Kategoriler
Tavsiye Siteler
Son Yazılar
Son yorumlar
10 yıl önce tarafından yazıldı, 189 kez okundu ve hakkında yoruma kapatıldı.

 

Şeytanın önemli bir Silahı

Sanat Anlayışı ve Fuhuş Sektörü

Bir toplum kendilerindeki özellikleri (Ahlakı-Hali) değiştirinceye kadar Allah, onlarda bulunanı değiştirmez. Allah bir topluma kötülük diledi mi, artık onun için geri çevrilme diye bir şey yoktur. Onların Allah’tan başka yardımcıları da yoktur. (Rad, 11)

İnsanî duygu ve düşüncelerin, estetik biçimde ve ruhu besleyecek tarzda dışa vurulması demek olan sanat, bugün daha çok hayvanî duyguların, hayvanî çıplaklığın, hayvanî böğürtülerin ve hayvanî tepinmelerin en bayağı şekliyle icrâ edilmesi olarak görülmekte. İlkel câhiliyye çıplaklık ve fuhşunu modernize ederek taklit edebildiği oranda kişi, büyük sanatçı olabilmekte. Herhangi bir yeteneğinin olmasına gerek yok; eğer fiziği yerinde ise genç kızın(!) orasını burasını cömertçe göstermesi, cıvıkça kahkahalar atması, dilimizin varmadığı buna benzer bir-iki şey yapması yetiyor yıldız, güneş, kraliçe vb. olmasına. Medyanın desteğini de mâlum yollarla aldımı, tamam!

Allah biraz ses, biraz fizik vermişse yeter. Kültür, eğitim, nota vb. müzik ve sanat için gerekli tüm şeyleri ne oranda bilmiyorsa o kadar kolay ses sanatçısı olur aday. Çünkü o oranda kullanılabilecek, eğlence dünyasının sömürü çarklarının önemli dişlisi haline gelecektir. Ahlâk mı? Güldürmeyin beni (daha doğrusu, ağlatmayın beni). “Ahlâk”, demokrasi darağacında özgürlük denilen cellât tarafından modern yaşam kanunlarına muhâlefet suçundan idam edileli hayli zaman oluyor Batıda ve onun kör taklitçisi Türkiye Cumhuriyeti’nde.

Bale ve dans gibi gösteriler ne kadar bayağı, erotik özellikler taşıyorsa o kadar makbul. Çılgınlıklar, özgürlük maskesi takmış, sınır ve ayıp tanımıyor. Diğer sanat dalları bu kokuşmuşluktan elbette nasibini alıyor. Öyle ya, hangi asırda yaşıyoruz? Modern dünya, çağdaşlık, özgürlük, tabuları yıkma bu modern câhiliyyenin nassları.

Allah’a kul olabilme ve her an ibâdet/kulluk yapabilme bilincinden uzaklaştırılan günümüz insanı, çok tanrılı dinlerin kucağına düşmüş, bir sürü sahte ilâhların yanında hevâsını da tanrı kabul ederek hevâî isteklerin dışına çıkamaz bir duruma gelmiş. Müstekbir güçler, tâğûtî düzenler insanları kolay sömürebilmek ve rahat güdebilmek için afyon-sanattan yararlanıyorlar. Daha açıkçası, sanatı uyuşturucu fonksiyona indirgiyorlar. Her tarafı kuşatan dejenerasyon sanatta da kendini gösteriyor.

Özellikle yaşadığımız topraklarda spor denilince akla hemen futbol gelir. Spor sadece futbol demektir. Hem de kumara, israfa, kavgalara, ilâhlaştırılan futbolculara, “en büyük”, yani “ekber” kabul edilen takımlara, yani tüm çirkinliklere batmış şekliyle futbol. Aynen bunun gibi, sanatçı denilince, iki tip akla gelir: Şarkıcı veya artist. Sanat denilince de bunların cıvıklıkları.

Beş-on sahâbînin adını sayamayan gençler, Michael Jackson’ın ayakkabı numarasını biliyor, Madonna’nın video kliplerini ezbere sayabiliyor. Popstar yarışmasına katılanların yedi sülâlesini tanıyor. Bir-iki TV. dizisinde veya filmde rol alan aşüfteleri ise göklere çıkartıp “yıldız”laştırıyor. Bu yıldızlara aktrist de değil, artist deniyor. “Art” batı dillerinde “sanat” demektir; artist de sanatçı. Türkçe’de başka hiçbir sanat dalıyla uğraşana artist denmez, sadece filmlerde boy gösterenlere denir. Filmde rol yapmanın dışında başka sanat kabul edilmediğinin çok kesin göstergesidir bu.

Şâire, edebiyatçıya, mimara, hattata, tezhipçiye, çini işleyen ressama… sanatçı diyen yoktur artık. Sadece şarkıcı ve artist bu unvânı alır. Yalnız, burada biraz durmak gerekiyor. “Sanatçı” damgası bunlar için güzel bir yanlış sıfat olmalı. “Sanatçı” ile “sanatkâr” arasında büyük fark var gibi geliyor bana. Sanatkâr, sözlüğe bakılırsa sanatçı demektir ama, kullanılışta hiç de aynı değil. “Sanatkâr”ın kitle nazarında bir ağırlığı, bir saygınlığı vardır. Ciddî bir sanat dalında veya ustalık isteyen bir meslekte (zanaatta) mâhir birine “sanatkâr” denilir de “sanatçı” denmez. Ama fâhişe rollerini çok iyi beceren, iki şarkı ezberleyip hoplayıp zıplayan veya orasını burasını gösterme sanatını(!) icrâ eden, bunların dışında hiçbir mârifeti olmayan orta mallarına “sanatkâr” dendiğini duydunuz, gördünüz mü? Onlara olsa olsa “sanatçı” denilmekte. Sanatçı! Domatesçi, patatesçi dediğimizde, nasıl onları satan zerzevatçı aklımıza geliyorsa, aynen onun gibi, sanat adına köşeyi dönen, yani sanat alıp satan veya sanat adına alınıp satılan tüccar veya kölelere sanatçı deniyor.

Günümüzde halk yığınlarına mal olmuş şekliyle sanatçı diye ya şarkıcıya denir, ya artiste. Sanat da ya sinemadır, ya müzik. Bunların her ikisinin sanat olabilmesi için sadece tek şart vardır. O da cinselliğin, seksin alabildiğine serpilmiş olması. Yoksa, ağzıyla kuş tutsa kişi sanatçı olamaz. Sanat, mânâ ve hakikat âleminin penceresi değildir artık, kasap vitrinidir. İnsan sadece maddedir, tendir. Mânevî kimlik çoktan unutulduğundan, sanat, teşhir ve şov demektir. Müzik sadece sesle söylenen, çalgı âletleriyle çalınan ezgiler değildir; eşek dansı ve hayvansal çıplaklık olmadan müzik düşünülemez hale gelmiştir. Yedinci sanat kabul edilen sinema da beyaz değil, kara perdedir; ahlâksızlığın, çirkefliğin aksettiği perde. Televizyon da, gazino, internet ve sinemanın evin içine girmesi.

 Sanatın(!) ne olduğunu ârifler anlar; daha doğrusu, ne hale geldiğini sanatın ve memleketin. Bu ortam, bu anlayış içinde sanat, emperyalizmin kötü emellerinin âletinden başka bir şey değildir artık. Emperyalizm sanatı istismar, insanı da istihmar etmek (eşekleştirmek) için devreye girmiştir.

Çağdaş Firavunlar, propaganda ve eğitim kurumlarıyla insanları gerçek dinden uzaklaştırarak âhiretlerini mahvettikleri gibi, oyun ve eğlence kurumalarından oluşan emniyet sübapları aracılığıyla dünyalarını da mahvetmektedirler. Koyun sürüsü haline getirilen milyonlarca insan, kendilerine en büyük zulümleri revâ gören müstekbirleri bu şekilde alkışlayabilmektedirler. İspanya’nın meşhur diktatörü General Franco şöyle diyordu: “Futbol, seks ve piyango olmasaydı, ben kırk yıl bu halkı nasıl istediğim gibi yönetebilirdim?” Bu taktik, sadece Franco’nun değil; her asırdaki ve her ülkedeki tâğutların ortak prensibidir. Halkın ayaklanmasına giden yolu tıkamak için milât öncesi Yunan idareleri zamanında bile halkı lüzumsuz oyunlar, spor yarışları ve çılgın eğlencelerle uyutma ve uyuşturma politikaları güdülmüştür. Futbolla birlikte günümüzdeki sanat da çağdaş tâğutların can simidi. Sanat emperyalist güçlerin elinde bir atom bombası, bir kitle imhâ silâhıdır. Artık savaşlar, sanat denilen silâhlarla dolaylı olarak psikolojik alanda yapılmaktadır. İnsanlar dünyada dönen zulüm çarklarının farkına varmasın diye müzik ve sinema ile iğdiş edilmekte, uyutulmakta ve uyuşturulmaktadır. Halk yığınlarını afyon yutmuş Hint horozuna çeviren bir sihirbaz değneği olan sanat, aynı zamanda büyük bir propaganda aracıdır.

Medya, fuhuş sektörü, düzen ve egemen güçlerden oluşan emperyalist koalisyon, sanatçı(!)yı kullanıyor. Sanatçı da birazcık onları. Ya da, kullanılan sanatçı, kullandığını sanıyor. Sanatçı, emperyalist sektörün kuklasından başka bir şey değildir; yığınlar da kukladan zevk alan, ipleri fark edemeyen çocuk akıllılar.

İçki ve esrar cinsinden uyuşturucuların haram kılınmasının hikmetleri; aklı gidermesi, insanı uyuşturması, düşünceden ve iyi şeylerden alıkoyması ve bağımlılık yapmasıdır. Bu sayılan özelliklerin tümü, günümüzdeki sanatta ve en çok da müzikte bulunmaktadır. Müzik kafalı müzikomaniler, daha da ileride müzikomanyaklar, yeni türeyen varlıklardır. Yarınlarımız da bu türedilere emânet.:

Gençliğe hitabe artık:

 Ey Türk gençliği! Birinci vazifen müzik dinlemek, maça gitmek, TV. seyretmek, chat yapmak, nette sörf yapmak ve atari oynamak; böylece boşvermiş gençlik olmaktır. Her türlü rezâlet için muhtaç olunan araç Yeni Dünya Düzeni tarafından ortaklaşa karşılanacaktır. Her aradığın, medyada ve nette mevcuttura dönmüştür.

Uluslar arası emperyalizm, Türkiye’ye sık sık övgüler, birincilikler, madalyalar dağıtır. Hangi konuda mı? Sanat konusunda. Durun, hemen sevinmeyin, sanatımız Avrupa’da bile takdir ediliyor diye. Daha çok cinselliği, dini karalamayı, ahlâksızlığı ön plana çıkaran o biçim sanatlardadır bu ödüllendirilenler. Festivallerde başarılı olan filmlerin hemen hepsi o biçimdir ya da insanımızı karalayan, inancına düşmanlık edilen cinstendir. Güzellik(!) yarışmalarında ön sıralarda yarışmalı Türk kızları ki, Batı uygarlığına yaklaşılsın! Folklorda (halk danslarında), Eurovision yarışmasında birincilikler verilir, halk bunlara daha fazla önem versin diye.

Emperyalistler sadece rûhu sömürmezler; onların dini-imanı para olduğuna göre, sanat, ayaklarıyla insanın parasına da sülük gibi yapışacaklardır. İlmî bir kitap 70 milyonluk ülkede bin beş yüz basıp satamazken, bir arabesk müzik kaseti iki milyon, üç milyon satabiliyorsa, gerisini siz düşünün; hem maddî yönünü, hem mânevî yönünü. Bir kaset kaç liradır; yüzlerce sanatçı(!)nın binlerce kasetinin tüketimini hesaplayın. Milyonlarca lira vererek aldığı biletle bir gece önce stadyum kapılarında sıraya giren on binlerce gençliğin rock starını dinlemek için mânevî fedâkârlıklar yanında, maddî kayıplarını toplamaya çalışın. Bunun hemen göze çarpmayan yönleri de var. Aylardır insanlar, her türlü çözüm bekleyen sorunlarını bir kenara bırakmış, bayağı mı bayağı, pespâye mi pespâye “Popstar Yarışması”nın dedikodularıyla meşgul. Uydurma ses ve güzellik yarışmalarıyla kandırılıp dolandırılanlar, hayranı olduğu şahıs gibi sanatçı, artist olmak için evden kaçıp kötü yola düşenler, hayranı olduğu sanatçının giydiğini giymek için varını yoğunu verenler, hem parasından, hem başka şeylerinden olanlar…

Kapitalist düzenlerde her şey menfaat ve kâr amacına yöneliktir. Çok lüzumsuz şeyler bile ihtiyaç zannettirilerek tüketimini sağlamak için insanlar zayıf yanlarından yakalanacaktır. Göz ve kulak, hakkı görüp işitmeyeli, iyice zayıflamış; kalp ibâdetlerle gıdâlanmadığından kendine tuzak kuran avcıları hissedemez olmuştur. Emperyalistlere kolay yem olmak için, insanların, gerçek dinden uzaklaşmaları gerekir. Bu iş, sanat ve düzen işbirliğiyle sağlanarak altyapı oluşturulmuştur çoktan. Cinsel duygular sömürülerek, sanat ve güzellik anlayışı daha da bayağılaştırılarak bir sektör geliştirilir: Fuhuş sektörü. Fuhuş sektörü deyince sadece genelev patronunun kaç yıldır vergi rekortmeni olması aklınıza gelmesin. O aysbergin sadece görünen küçük parçasıdır. Müziğin, eğlencenin, sinemanın, gece hayatının, TV. programlarının, makyaj ve her türlü güzellik malzemelerinin, modanın, daha sayılabilecek buna benzer şeylerin oluşturduğu büyük bir sektördür bu.

Büyük şehirlerin caddelerinde küçük bir gezinti yaparsanız, dükkânların en az yarısının cinsellik ve fuhuş sektörüne (pardon, sanata) hizmet ettiklerini görecek, gariban halkın paralarının hangi yollarla nereye aktığını anlayacaksınız. Modayı düşünün. Özgür olduğunu zanneden insanlar, neyi giyeceğine bile kendileri karar veremiyor. Onları kimler kukla gibi kullanıyor?! Paris’teki modacının isteği dışına çık bakalım kolaysa. Tabii, moda sık sık değişecek, birkaç defa giyilen tuvalet, artık tuvalete giderken bile giyilemez olacak, yerine bir başka giysi gelecek. Paralar da sektöre akacak. Mankenler ve sanatçılar bu sektörün başrol oyuncuları; modacılar, kumaş satıcıları, dokuma sanayicileri ve terziler de figüran kadrosu.

Sanat maskesi takan fuhuş sektörü (fuhuş, Kur’ânî kavram olarak her türlü aşırılığı, özellikle günah yoluyla aşırılıkları ifâde eder), sadece inançsızlığın, ahlâksızlığın değil; aynı zamanda enflasyonun da en önemli sebebidir. Sanat da arz-talep işidir. Sanat ticârî bir metâdır. Halkı çağdaş uygarlığa çıkarmak hedefiyle fuhuş sektörünün kurbanı yapan düzenin kendisi de, bu sektör için ne bütçeler ayırmaktadır… 

Devletin izin ve kontrolünde “umumhâne” veya “genelev” denilen ücret karşılığında fuhuş yapılan yerler, Batılılaşma ile birlikte önce İstanbul’un Galata semtinde Karaköy’de açılmış, sonra giderek Anadolu’nun hemen her vilâyetine yayılmıştır. İlk açılan resmî (devlet kontrol ve izniyle) fuhuş yerlerinin I. Dünya Savaşı esnâsında olduğu, Osmanlıların fiilen kendileriyle savaştığı ülkelerden ve özellikle Rusya’dan çok sayıda fâhişenin bu evlerde Türk gençlerine hizmeti, üzerinde düşünülmesi gereken hususlardan biridir. Müslümanlarla esas savaşın inanç ve ahlâkî esaslarda Kur’an’ın yasakladıkları şeyleri yayarak yapılacağını bilen düşmanlar, savaş cephelerinde yardım adı altında şimdilerin AIDS’i kadar yıpratıcı ve öldürücü olan frengili kadınları hemşire kılıfıyla cephelere sürmüşler, onlar da Türk askerlerine hizmet(!) sunarak, ordunun büyük ölçüde belsoğukluğu da denilen frengi hastalığına yakalanıp telef olmasına sebep olmuşlardır. Ayrıca zinâ yapan askerlerin Allah için savaş yapacak dinamikleri ne ölçüde yitireceğini hesap eden düşmanlar, insanî yardım maskesi altında ordunun gücünü büyük ölçüde fuhuşla kırmayı başarmışlardır. Eş zamanlı olarak çok sayıda fâhişeyi başta İstanbul olmak üzere Osmanlı şehirlerine ihraç eden kâfirler kaleyi içten çökertmenin yolunu bulmuşlar, top ve tüfekle yapamadıklarını fâhişeler eliyle daha kolay yoldan halletmişlerdir. Osmanlı Devletinin can çekiştiği ve savaş cephelerinden başka işlere vakit ayıramadığı kargaşa ortamından yararlanan ve halkın asâyiş ve inanç yönüyle yaşadığı kargaşadan yararlanmışlar, iman ve takvâya dayanan arka planı giderek güçsüzleşen örf ve ahlâkî anlayışın Batılılaşma istek ve anlayışına güç yetiremediği bir ortamda fuhuş silâhının tahribi en çok hasar veren truva atı olmuştur.

Göğsüne indirdiği sert yumruklarla “ben de müslümanım el-hamdü lillâh” diyen nice erkeğin evlenmeden ilk deneyimlerini pis fâhişelerin yanında tatmaları, hatta nicelerinin evlendikten sonra da bu çirkin işe devam etmeleri, müslümanlıkla nasıl bağdaşacaktır? Kendi hanım ya da kızları bu işi yapmış olsa hiç çekinmeden silâha sarılıp yıllarca hapis yatmayı seve seve kabul eden nâmuslu(!) erkeklerin aynı işi hiç sıkılmadan yapmaları, hangi nâmus anlayışıyla izah edilebilir? Türkiye’de kaç erkek, gerçekten bekâr olarak evlendikleri belki hiçbir anketle tespit edilmemiştir, ama oran her halde müslümanlara yakışacak kadar az değildir. Kaç kız babası, kendi kızının nâmusu kadar dâmâdının da nâmuslu olup olmadığını araştırıyor? Nûr Sûresi, 3 ve 26. âyetlerin yasakladığı bir nikâha kapı açanların sayısı ne kadardır? Yani erkeğin ve babasının aradığı kızın bâkireliği kadar erkeğin “bâkir(e)liği” önemseniyor? İslâm, her konuda adâletli bir dindir, cinslerden birine haksızlık yapacak şekilde ayrım yapmaz. Zinâ suçu ve cezâsı için kadınlara nasıl bakıyorsa, erkeğe de her yönden aynı şekilde bakar. Her ikisinin de yaptığı ahlâksızlığa fâhişelik der. Evet, bayan gibi bu çirkin işi yapan her erkek de fâhişedir, nâmussuzdur.

Homoseksüellik ve her çeşit fuhşun sebep olduğu AIDS gibi korkunç hastalıklar bile, İslâm’a inanıp teslim olmuş kimselerin dışındakilere caydırıcı olamıyor. Âhiretteki cehennemi önemsemeyen akılsız kimsenin, ölümcül hastalıklara atılması da sürpriz ve anormal sayılmamalı. İslâmî devlet ve toplum anlayışının önemi bu konuda da kendini gösteriyor. Din düşmanı düzen ve câhiliyye toplumuna dönüşmüş sosyal çevre, devamlı fuhuş üretiyor. Fuhuş, sektör olmuş, “bacasız sanâyi” ve “dünyanın ilk mesleği” gibi yanlış ifâdelerle reklâmı yapılan bu dal, helâl-haram kelimelerine lügatında yer ayırmayan Kapitalizmde pis de olsa çok para getiriyor. Fakir halkın da bu sektöre bilinçli-bilinçsiz varını yoğunu akıttığını, kirli de olsa çok parayı, temiz olan helâla tercih eden kapitalistlerin fuhşu nasıl sömürüleri için bir araç olarak gördüğünü tespit için caddelere çıkıp göz atmak yeterli olacaktır.

Balık baştan kokmakta, düzen, resmî kurumlar, kapitalistleşmiş çevre sivrisinek üretmektedir. Bataklık kurutulmadan fâhişe sivrisineklerle mücâdele sonuç getirmeyecektir. Tevhîdî iman hâkim kılınmadan ahlâkî öğütler, delik kaba su doldurmaya çalışmak demektir. Fuhşa bulaşmış insanların zührevî hastalıklar yanında rûhî hastalıklar, psikolojik anormallikler içine düşüp her konuda sapıklaştıkları ve çevrelerini de her yönden rahatsız ettiklerini gözönünde tutmak gerekir. “Utanmıyorsan, dilediğini yap!” diyen Rasûlullah, hayâsız kişinin mânevî yönden ölüme terkedilen kişi gibi olduğunu söyler. Doktorun ölümü beklenen hastaya: “Ne istersen ye, serbestsin!” demesi gibi der. Dolayısıyla iffetin kaybolması kişinin toplum içinde şeref ve itibarını kaybetmesine, bu yüzden de başka ahlâkî kusurları yapabilecek hale gelmesine yol açar. Fuhuş, sevgisiz olarak vücudunu satmak olduğundan insanî özelliğin her yönünü tahrip eder. İnsanın et ve deriden ibâret olan bir varlık, bir eşya hükmüne konulmasıyla; kişilik şuurunu yıkan insanlık şerefine vurulan en ağır darbedir.

Giderek globalleşen ve Amerika’nın yön verdiği yeni dünya düzen(sizliğ)i içine giren, vahşî ve gayr-ı insanî Batı değerlerinin dinsiz ve ahlâksız kriterlerine kurtarıcı diye sarılan günümüz dünyası, kıyâmeti, kaos ve rezilliği yaşamaktadır. Bundan büyük helâk olur mu? Dinin fert, toplum ve devlet hayatındaki etkisini büyük ölçüde ortadan kaldıran modernist hayat felsefesiyle birlikte son yüzyılda fuhşun bin bir çeşidi giderek meşrûlaşma zemini ve daha çok yayılma imkânı bulmuştur. Modern Batı’da harâretle savunulan bireycilik, saptırılmış özgürlük anlayışı ve bunların sonucu olarak gençlerin âile ilgisinden, terbiye ve himâyesinden yeterince faydalanamaması, aynı dünya görüşünün bir ürünü olan lüks ve pahalı yaşamanın ev ve âile kurmayı zorlaştırması, ekonomik ve siyasî başarının en yüksek ideal kabul edilmesi ve cinselliğin bu amaç için sömürülmesi gibi sebepler yüzünden modernizmin benimsendiği toplumlarda veya kesimlerde fuhşun da yaygınlaştığı görülmektedir. Aslında bazı çevrelerde din ve ahlâk gibi kurumlara karşı çıkmanın temelinde, modern zihniyet yanında uyuşturucu pazarıyla da yakın ilgisi olan fuhuş sektörünün çıkarları bulunmaktadır. Fuhşa karşı ahlâk terbiyesi, güçlü âile yapısı, toplumsal kontrol gibi mekanizmaları canlı tutması yanında kesin hukukî ve sosyal önlemler de alan İslâmiyet fuhuş sektörünü özellikle rahatsız etmektedir. Fuhşu günah, ayıp ve en sonunda yasak olmaktan çıkarma eğiliminde olan modern zihniyet, sözde özgürlük adına fuhuşta sadece zor kullanma ve zarar vermeyi reddetmekte, fuhşun fert ve toplum üzerindeki yıkıcı etkileri bu düşünce sahiplerini fazla ilgilendirmemektedir.

Henüz tam Batılılaşamamış Türkiye gibi ülkelerde, özellikle hâlâ Doğulu kafasını değiştirememiş kesimde kadınların zinâsı suç ve nâmussuzluk sayılırken erkeklerinki delikanlılık ve övünç meselesi kabul edilebilmektedir. Türkiye gibi Batılılaşmaya çalışan ülkelerde resmî işlem yaptırmayan dinî nikâhlı evlilikler kanunen suç sayılır ve doğan çocukları “piç” muâmelesi görülürken; bekârların kendi isteğiyle zinâsını suç sayan bir kanun yoktur. Evli kimselerin metres hayatları, sevgililik ve arkadaşlıkları, “ay boşandık, ama yine birlikteyiz, bilseniz ne kadar mutluyuz!” tavırları fazilet gibi sunulmaktadır. Evli-bekâr herkes için genelevler veya randevu evleri devletin koruması altındadır. Kadınlara hak ve özgürlük, kadın-erkek eşitliği gibi parlak sloganlar arkasına gizlenen İslâm dışı dünya görüşleri, kadına fâhişelik sıfatını kendi istediği zaman ve istediği kişilere kullandığı halde, erkeğe benzer bir suçlama yapmaz. Bu ülkede de fuhuş ve zinâ konusunda hem halk anlayışı ve hem resmî kanunlar açısından kadınla erkek arasında çük büyük farklar vardır. İslâm erkekle kadının tüm hayır ve ibâdetlerine eşit sevaplar vaad ederken, kadın olsun erkek olsun, aynı suça aynı dünyevî ve uhrevî cezâyı öngörmekte ve bu gibi konularda tümüyle eşitliği uygulamaktadır. Kadın haklarına yeterli önemi vermediğini iddiâ ederek kasıtlı şekilde İslâm’a çamur atan Batı zihniyeti, kadını seks kölesi haline getirmek için her yolu mubah gören tavırlar sergilemekte, kadını, kadın özgürlüğü ve kadın hakları kavramını istismar ederek bu cinse en büyük zulümleri revâ görmektedir.

Batı, seks hürriyeti, bir başka ifadeyle cinsel özgürlük ile ortaya çıkan ciddi anormalliklere çözüm bulamamanın ıstırabını yaşıyor. Âile hayatı, Batıda tarihe karışmak üzere, Erkekler ve kızlar, evlilik sorumluluğu ve görevlerinin altına girmektense, evlilik dışı beraberlik ve yaşam sürdürmenin hafifliği içinde tatmin aramakta. Şehvetin doyma hissini temsil eden bir midesi olmadığı için, akla gelmedik değişiklikler ve tatmin için farklılık peşinde koşturan nefis/hevâ, sahibini perişan ediyor. Homoseksüel evliliklere izin veren otoriteler, kiliseler ortaya çıktı. Uyuşturucu ve fuhuş ile kriminal suçlar arasında sıcak ve yakın bir ilişki sözkonusu. Birleşmiş Milletler, AIDS’in Batı Avrupa’da yeniden yayılmaya başladığını, Doğu Avrupa ve Orta Asya’da da büyük tırmanışa geçtiğini 2004 yılında, hâlâ duymak istemeyenlere olanca yüksek sesle haykırıyor. HIV salgınının en hızlı geliştiği yerler olan Doğu Avrupa ve Orta Asya’da, 1998’de 30.000 olan kayıtlı HIV taşıyıcısı sayısı, 2003 yılında tam bir buçuk milyona yükseldi. Sadece kendileri için değil, âileler ve sosyal çevresi için de ciddî bir tehdit oluşturan hastalık, en çok gayri meşrû ilişki, yani fuhuş yoluyla geçiyor ve kan ürünleri yoluyla mâsum insanları da tehdit edebiliyor. Bu işin tedâvisi için halk, devletler ve sigorta şirketleri olağanüstü büyük paralar ödemek zorunda kalıyor. Hastalar, âileleri ve arkadaş çevresi için uzun süren acılı günler yaşanmasına sebep oluyor. Fuhuş ve uyuşturucunun önüne geçilmediğinde modern Sodom-Gomore’ler ortaya çıkacak, bu sınır tanımayan cinsel özgürlük, toplumların feci şekilde intiharı olacaktır. Sigara ile başlayıp bira, alkollü içki, uyuşturucu ve fuhuş şeklinde gelişen ve hırsızlık, cinâyet gibi her çeşit kötülüğe ortam hazırlayan bataklıktan kultulmak için İslâmî değerlerin hâkim kılınmasından, fuhşa dur diyemeyen beşerî düzenlerden kurtulmaktan başka çare yok. Bu temel çözüme kadar, en azından âilelere çok iş düşmekte, İslâmî esaslara göre kurulacak âilenin güçlendirilmesi ve okul haline dönüşmesi gerekmektedir. Allah korkusu olmayan insanın kendini, çevresini ve içinde yaşadığı toplumu helâke ve her çeşit felâkete atması özgürlük olamaz, olmamalıdır. Bu, üreterek veya başka yolla ele geçirerek sahip olduğu bombaları çevresindeki insanlara rasgele atıp bombalama özgürlüğünden daha hafif bir suç değildir. Çocuklar, âile yapısı içinde İslâmî terbiyeden geçmeli ve içinde yaşayacağı toplumun her çeşit pisliklerine direnebilecek, onlarla mücâdele edebilecek bilinç aşılanmalıdır.

Kadın cinselliğiyle uzaktan yakından hiç ilgisi olmayan sözgelimi araba tekerleğinin reklâmlarına kadın bacağını yerleştirmekten çekinmemektedir. Kadına sadece cinsel obje gözüyle bakılma sonucu doğuran yaklaşım, Batı kaynaklı her çeşit faâliyette göze çarpmaktadır. Spordan ticarete, modadan eğlenceye, iş ve eğitim hayatından tatile, basından televizyona, müzikten değişik sanat anlayışına… kadar her şeyde kadın cinselliği öne çıkartılarak kadını sömürmekten ve erkekleri tahrik ederek toplumu ifsad etmekten geri durmamaktadır. Zinâ ve fuhuş sektörü denilince sadece genelevler ya da soyetenin tercih ettiği lüks randevu evleri akla gelmesin. Bavul ticareti kılıfıyla iş yapan Nataşa’lar, nice oteller, turistik yerler, plajlar ve akla gelebilecek hemen her şey bu sektöre âlet edilebiliyor. Arkadaşlık ve sevgili adıyla nikâhsız birliktelikler, metres hayatı, çıkmalar, müstehcen filmler, pornografik dergiler, internet üzerinden kadın pazarlamalar, telekızlar, televole kültürü, gece klüpleri, akla gelebilecek seksle ilgili her şeyi pazarlayan sex-shoplar, zengin kadınlara hizmet veren jigolo denilen erkek fâhişeler, travestiler, transseksüeller, eşcinseller, mankenler, sanat anlayışı, uyuşturucu kullanımı gibi konular düşünüldüğünde fuhuş fitnesinin boyutu değerlendirilebilir. Bütün bunlar özgürlük adına düzen ve çevreden tavır yerine destek alırken, karşı çıkanlar suçlanabilmekte. Meşhur tâbirle itler salıverilmekte, taşlar ise bağlanmakta. Bakılıp seyredilecek yerleri okunacak yerlerinden daha çok olan boyalı basının İslâm’a, tesettüre her fırsatta saldırmasının arkasında, bu fuhuş sektörüne dayalı kirli para ve çıkarlar sözkonusudur. Kadını en büyük ticaret ve kullanım eşyası gören anlayış, kendine düşman olarak tek zinde gücün İslâm olduğunu bildiği için İslâmî olan en küçük bir faâliyete tahammül gösteremiyor. Başörtüsü düşmanlığının arkasında da bu çıkarcı zihniyetin olduğunda hiçbir şüphe yoktur.

Komünizmin prangasından kurtulunca kapitalizmin pençesine düşen eski Sovyetler Birliği halkları, 20. asrın başında olduğu gibi 21. yüzyılın başlarında da “Nataşa”larıyla Anadolu’ya çıkartma yaparak yeni bir işgali gerçekleştirdiler. Sadece kadınların çalıştığı sektör olmaktan çıkıyor fuhuş. Adına “jigolo” denilen erkekler de para karşılığı metres ve bayan müşteri buluyorlar. Demokrasilerde, bu tür çare tükenmez: Bir türlü tatmin olmayı bilmeyen azgın sapıkların sapkın arayışlarına sunulan bir başka çözüm daha sunulur; Kadın, erkek fâhişeler yanında iki cinsin arasında kalmış travestiler fuhuş sektörünün alternatifidir. Grup seks denilen çağdaş mum söndü âyinleri, çocuk yaşta fuhşa zorlanan, kandırılan, tuzağa düşürülen körpe çocuk ve gençler. Seks turizmi, fuhuş otelleri, Bodrum, Marmaris ve Antalya gibi üstsüz ve altsızların cirit attığı yerler, beyaz kadın ticareti, uyuşturucular ve daha neler neler…

Dizi filmlerde, pembe dizilerde, sinema filmlerinde cinsellik ve gayr-ı meşrû ilişkiler, ahlâksız bir hayat alabildiğine normalleştirilir ve hatta özendirilir. Bâtıl Batı zihniyeti, homoseksüellere, “gay” ve “travesti”lere verdiği hak ve özgürlüğün onda birini başörtüsüne niye vermiyor, anlamak zor değildir.

Filmlerde, halk arasında, askerler ve öğrencilerin birbirleriyle konuşmalarında, şakalaşma ve kavgalarda, hiç yeri ve suçu olmadığı halde, kişilerin anasına “or…” ve benzeri kelimeler söylemeleri, analarına ve karılarına sövmelerini, ya da kızılan bir kadına “fâhişe, kaltak, sürtük” vb. kelimeler kullanarak bu suçlamayı tereddüt etmeden yapmaları, İslâm’la bağdaşmayacak ve çok büyük cezâsı olan bir suçtur. İslâm’ın hâkim olduğu bir toplumda kadınlara uluorta böyle hakaret edilip suçlanmasına, onlara sövülmesine müsâade edilmeyeceğini belirtelim. Kadın haklarını öne çıkarttıklarını iddiâ eden ve İslâm’ı bu konuda suçlayan kimselerin kulakları çınlasın! Vatanın nâmusunu bekleyip koruduğunu iddiâ eden askerlerin, erbaş ve subayları tarafından sık sık analarına, avratlarına sövülmesi gibi olaylarda, kendi karılarının ve analarının nâmuslarını bile koruyamadıklarının nasıl bir tezat teşkil ettiğinin düşünülmesi gerektiğini ifade edelim. Ayrıca, nâmus cinâyetlerinin, töre cinâyetlerinin câhiliyye toplumunun özelliği olduğunu, dinimizin nâmus problemlerine karşı kadının yakınlarının uluorta bu pisliği kanla temizlemek(!) istemelerini kesinlikle onaylamadığını belirtelim.

Vahye dayalı gerçek ilimden uzaklaştırılmış, tefekkür nedir bilmez hale getirilmiş, Kur’an’ı okuyup anlamayı ve ona göre yaşamayı tek çıkar yol olarak düşünemeyen, imanı çalınarak ibâdet zevkinden mahrum bırakılmış, kısacağı çağdaşlaştırılmış insanın şu veya bu oranda cinselliğinin ya da cinsî isteğinin istismârına yönelik kapitalist tuzaklara kapılmaması imkânsız gibi bir şeydir. Bunlara ahlâkî nasihatlerin pek bir fayda vereceği düşünülmemelidir. İman olmadan ahlâkın da olmayacağını, gerçek ahlâkın Kur’an’ı yaşamak olduğunu bu çevre ve düzen kurbanlarına anlatmak, inandırmak, benimsetmekten başka çıkar yol gözükmüyor. Tevhidî anlamda gerçek bir iman olmadan insanın ahlâklı, nâmuslu ve şerefli olması da mümkün değildir. Çünkü izzet; ancak Allah’ın, Rasûlünün ve mü’minlerindir (Münâfıkun, 8). Seks manyağı haline gelmiş erkeklerden çok, onların hanımları ve çocukları acınacak durumdadır. Nice aile var ki, içinde kıyâmetler kopuyor. Zinâ yapan, fuhuş evlerine giden, turistik beldelerde bitli turistlerle yatanların yarısından çok fazlasının evli insanlar olduğu belirtilir. Tertemiz değilse bile en azından kocası gibi fâhişe olmayan, az-çok nâmuslu ev kadınları, uykusuz gecelerde kocalarının yolunu beklerken, kocaları kim bilir kimlerin yanında neler arıyor? Böyle ailelerin çocukları da potansiyel suçlu ve ahlâksız adayı olarak yetişiyor. Kim, bu seks manyağına dönüşmüş, zinâkâr sarhoş adamların evli ama dul karılarına ve babalı ama yetim çocuklarına el uzatacak? İslâm’a düşman Batı hayatının hiçbir suçu olmasa bu suçlar yeter de artar. İslâm Devleti ve İslâmî değişim ve dönüşüm olmadan bu bataklık kurutulamaz. İslâmî iman ve yalnız Rabbe kulluk olmadan insanın dünyada da âhirette de durumu hüsrândır. Kurtuluş, Allah’ın dininde, O’nun Kitabına uygun hayatta, Allah’ın indirdiklerinin tatbik edilmesindedir.

Her çeşit aşırılık ve azgınlık, fahşâ ve fuhuş insanı Allah’a ibâdetten alıkoyduğu gibi; namaz da insanı her çeşit kötülükten, fahşâ ve fuhuştan alıkoyar (29/Ankebût, 45). Biri varsa, ötekine yer yoktur. Ya Allah’a kulluk, ya hevâya kulluk.

Müslümanın kaybedeceği zamanı yoktur. Kendisini dünya ve âhirette kurtaracak inanç ve ilme sahip olmalı ve sâlih amellerle takvâsını arttırıp bildiklerini gerek sözle gerekse örnek davranışlarıyla çevresine tebliğ etmelidir. Zinânın cezâsının ne olduğu, yani recmin cezâ olarak kabul edilip edilmemesi konusunda gereksiz tartışmalar müslümanlara bugün için pratik hiçbir fayda sağlamaz. Bu teorik tartışma, iki yönüyle uygulama dışı olduğundan gereksiz ve hatta zararlı kabul edilebilir. Birincisi, zinâ suçuna cezâ verebilmek için bir kadın ya da erkeğin kendi özgür irâdesiyle yetkili makamlar önünde zinâ suçunu itiraf etmesinin dışında, en az dört kişi tarafından bilfiil çok net olarak bu çirkin işin en mahrem şekilde görülmesi ve ağız birliğiyle dört kişinin şikâyeti ve sonuna kadar ısrarı gerekmektedir. Bu, günümüzde genelevlerden çıkanlar açısından bile uygulanamayacak bir durumdur. Hele İslâmî kanun, kural ya da ahlâkın az-çok önemsendiği bir ülke ve ortamda yüz senede bir belki ancak uygulanabilecek bir cezâ olmasıdır. Yani, ister yüz değnek, ister taşla öldürme olsun, zinâ ve fuhuş gibi bireyleri ve toplumu çok yönden tahrip eden çirkin bir eyleme uygun görülen cezânın psikolojik olarak caydırıcı bir cezâ olması, pratik olarak uygulanmaktan daha çok, teorik olarak caydırıcı bir cezâ olarak sunulmasıdır. İkincisi; Bu cezânın verilmesi için Allah’ın indirdiği bütün hükümlerle hükmeden İslâm Devletinin varlığı gerekmektedir. Zinâya giden yolların tıkanmadığı, tersine câzip kılındığı gayr-ı İslâmî düzenlerde zinâ suçu, birinci maddedeki zorluk tümüyle aşılsa bile İslâm’ın öngördüğü cezâ verilmeyecektir. İslâm, günümüzdeki düzen ve ortam kurbanı zavallılara cezâ ile yaklaşıp onları ürkütüp soğutan bir din değildir. Onları her türlü câhiliyye çirkefliğinden kurtarmak isteyen, şirk dâhil, her çeşit pislik ve günahtan pişmanlık duyanları affedip kurtamaya hazır merhamet dinidir. Yoksa, kimilerinin zannettiği gibi, tedric gibi süreci öngörmeden, gelir gelmez insanlara cezâ veren, sözgelimi kerhânelerin önüne idam mangaları yerleştiren bir din değildir İslâm. Hazırlayacağı inanç, kültür ve ahlâk altyapısı, ekonomik destek, evliliği kolaylaştırma, zinâya yaklaştıran her türlü şehevî ortamları yok edip insanı fıtrat çizgisine yerleştirme gibi tedbirler almadan İslâm, kimseye cezâ vermez, verilmesini onaylamaz. Fâhişeler ve seks manyağı haline gelmiş gençler dâhil, günümüzün insanı kızılmaktan çok acınmaya lâyık zavallı düzen kurbanlarıdır. Onlara da İslâm’ın güzelliği ulaştırılabilse bu çirkinlikler kendiliğinden uzaklaşacaktır.

Ne mutlu, dilini ve belini koruyan, ağzına gireni ve ağzından çıkanı İslâmî ölçülere göre tanzim edip nâmusunu muhâfaza eden edepli gençlere! Gözünde haram bakışların isi olmayan erkeklere ve yüzünde haram bakışların lekesi olmayan kızlarımıza selâm olsun!

Son olarak: Allahım! Ahlakı tamamlamak için gönderdiğin Ahlak Peygamberinin (s.a.v) Ahlaksız bir ümmeti olan bu günün insanlarına sen Hadi isminle Hidayet ihsan et. Bizleri Kuran ve Peygamber ahlakına özümüze geri çevir. Rabbimiz nurumuzu tamamla şüphesiz ki dualara hızlıca cevap veren ve kullarına karşı en merhametli olan sensin. Amin Ya Mucib.

( İslâm’da ve günümüzde sanat anlayışı ile ilgili geniş bilgi almak için bkz. Ahmed Kalkan, Sanat Bilinci, Denge Y. Kavram Tefsiri)

Etiketler:

Malasef Yorumlar Kapalı.