Kategoriler
Tavsiye Siteler
Son Yazılar
Son yorumlar
12 yıl önce tarafından yazıldı, 1.519 kez okundu ve hakkında yoruma kapatıldı.

Muhyiddîn İbnü’l-Arâbî Hazretleri’nin,

Osmanlı Devleti’nin Kuruluşundan Yetmiş Sene Önce Kaleme Aldığı; “Şeceretü’n-Nu‘mâniyye fî Devleti’l-‘Osmâniyye”

Kitabı’nda, Osmanlı’nın Zuhuruna Dair Esrarengiz İşaretler

Osmanlı Devleti’nin kuruluşundan elli dokuz yıl önce, 1240 mîlâdî yılında Şam’da vefât etmiş olan Şeyhü’l-ekber Muhyiddîn İbnü’l-Arâbî -kuddise sırruh- Hazretleri, henüz ortalıkta ne Osman Gâzî, ne de kuracağı cihân devleti yokken, cifr ilmine ve Kur’an’daki bâzı Âyet’lere dayanarak “Şeceretü’n-Nu‘mâniyye fî Devleti’l-‘Osmâniyye” adında bir eser yazmış; “Osmanlı Devleti Hakkında Soy Silsilesi” anlamına gelen bu küçük risâlesinde, kendi ifâdesiyle; “Devleti’l-Osmâniyye”(1)den “hilâfeti kâ’im kılacak olan kimseye” ve bu hânedana mensup olan hükümdarlardan “her birinin zamanına, hilâfetine ve askerlerine” dâir pek çok gizli bilgiyi ortaya çıkarmıştı.(2)

Şu kadar var ki, “Şeceretü’n-Nu‘mâniyye fî Devleti’l-‘Osmâniyye” kitabı Şeyhü’l- Ekber -kuddise sırruh- Hazretleri’nin ileriye âit olaylardan söz eden en büyük ilmî kerâmetlerinden biri olmasına rağmen, şimdiye kadar eser üzerinde hiçbir ciddî araştırma yapılmamış ve bu yüzden de içindeki rumuz ve işâretler sadece basit birer nakil ve rivâyetten ibaret kalmıştır.

İşte bu nedenle biz Hazret’in, ismi bile başlı başına bir kerâmet olan bu esrârengiz eserinde verdiği işaretleri, şahıslar ve olaylarla karşılaştırarak ilk defa birbirleriyle kıyaslamaya ve bu yolla harflerdeki şifrelerin mânâlarını ortaya çıkarmaya çalışacağız.

Şeyhü’l-Ekber -kuddise sırruh-

Hazretleri “Şeceretü’n-Nu‘mâniyye”

Kitabı’nı Niçin Yazmıştır?

Müneccimbaşı Ahmed Dede “Müneccimbaşı Târîhi”nde Osmanlı Devleti’nin kuruluşuna işaret eden “sahih rivâyetler”i sıralarken; “Şeyhü’l-Ekber Muhyiddîn İbnü’l-Arâbî”nin “cifr ilmi yardımıyle ve Âyet’lerin gizli mânâlarından Devleti’l-‘Osmâniyye’nin şânının yüceliğini ve kıyâmete kadar dâim olacağını keşf” ettiğini ifâde ederek,(3) “cifr ilmini bilenlerin ma‘lûmu” olan bu eseri “Şeyh”in “Devleti’l-‘Osmâniyye’nin zuhûrundan yetmiş sene evvel istihrâc” ettiğini(4) haber vermiştir. Müneccimbaşı’nın bu ifâdeleri Şeyhü’l-Ekber -kuddise sırruh- Hazretleri’nin “Şeceretü’n-Nu‘mâniyye” kitabını, vefâtından on bir yıl önce yazmış olduğunu göstermektedir.

Kuruluşundan yıkılışına kadar tasavvuf ehlinin desteğine mazhar olan ve büyük velîlerin öncülüğünde dünyanın dört bir köşesini mesken tutan Osmanlı hânedânına, te’lif ettiği “Şeceretü’n-Nu‘mâniyye” kitabı ile, kuruluşundan yıllar önce ilk desteği Muhyiddîn İbnü’l-Arâbî -kuddise sırruh- Hazretleri vermiş; bu devletin halîfelerine ve yapacakları fetihlere ışık tutan müthiş keşifleriyle, henüz zuhûr etmeden önce onları te’yid etmiştir.

Osmanlı Devleti’nin mânevî kurucusu Şeyh Edebâlî -kuddise sırruh- Hazretleri’nin, Dımaşk’ta öğrenim görürken Muhyiddîn İbnü’l-Arâbî Hazretleri’nin sohbetlerine katılarak onun terbiyesinde yetiştiğini gösteren bâzı rivâyetler; Şeyhü’l-Ekber -kuddise sırruh- Hazretleri’nin bu devlete yardım ve desteğini yalnız eser te’lif ederek değil, mânevî silsile yoluyla da sürdürdüğü düşüncesini akla getirmektedir.(5)

Hazret-i Ali -radiyallâhu anh-in

Şeyhü’l-Ekber Hazretleri’ne Verdiği İşâretler:

Şeyhü’l-Ekber Muhyiddîn İbnü’l-Arâbî -kuddise sırruh- Hazretleri “Şeceretü’n-Nu‘mâniyye fî Devleti’l-Osmâniyye” kitabında, “Hikmetlerin remzleri (işâretleri) sâyesinde harflerin sırrını tevdî eden ve basîret sâhiplerinin ibâresiyle onları deşip ortaya çıkartan Allah’a hamd” ederek(6) söze başladıktan sonra, henüz kurulmamış olan “Devletü’l-‘Osmâniyye” hakkındaki bu bilgileri nasıl elde ettiğini ve hangi amaçla bu eseri te’lif ettiğini açıkça ortaya koyarak; “Allah’ın, bana; ‘Elif. Lâm. Mîm. Rumlar mağlûb oldular. Arzın size en yakın yerinde. Amma onlar bu yenilgilerinden sonra mutlaka gâlip geleceklerdir. Birkaç yıl içinde. Önünde de, sonunda da emir Allah’ındır. O gün mü’minler sevineceklerdir. Allah’ın yardımı ile. O, dilediğine yardım eder. O Azîz’dir, Rahîm’dir.’(7) buyruğu hakkında tevdî edeceği gizli sırlara vâkıf olmayı murâd edince, murâkabe hâlinde (onu) Ali -kerremallâhu teâlâ vechehû-ya sordum. Onu bana apaçık bir izâhla cevaplandırıp; ‘Onun adı ‘Şeceretü’n-Nu‘mâniyye’ (soy şeceresi) ile konur!’ buyurdu. Ben de (onun) ‘Devletü’l-‘Osmâniyye’ zamanında vâki olacağını öğrenince, sana onlardan hilâfeti kâ’im kılacak olan kimseye ve her birinin zamanına, hilâfetine ve askerlerine dâir, bu hususta söylenebileceklerin tümünü deşip ortaya çıkarmayı arzuladım.”(8)

Hazret’in “Devleti’l-‘Osmâniyye”nin kuruluşundan yetmiş sene önce müşâhade ettiği ve insanlara bildirmeyi murâd ettiği bu sırlar, o zamanlar neden ve ne maksatla söylendiği belli olmayan, müphem ve karmaşık birer söz yığınından ibaret gibi görünüyordu. Ancak aradan yetmiş yıl geçtikten sonra gerçekten de bu isimde bir devlet kuruldu ve işaret edilen hükümdarlarla hükmünü yürütmeye başladı.

Velîlerin “Şeyhü’l-Ekber”i eserini te’lif ederken, şahıslara ve olaylara dâir “her işâreti birtakım harfler ve farklı noktalar üzerinde topla”dığını(9) dile getirmiş ve onlar hakkında ortaya koymak istediği bütün gizli sırları bu harflerin ve işaretlerin içine sakladığını açıkça ifâde etmiştir. Şimdi eserde ortaya konulan bu harf ve işaretleri birer birer tahlil edeceğiz.

Soy Silsilesinden Olan ve

“Halîfelik Tılsımı”nı Elinde Bulunduran “Sîn” Kimdir?

Şeyhü’l-ekber Muhyiddîn İbnü’l-Arâbî -kuddise sırruh- Hazretleri “Şeceretü’n-Nu‘mâniyye”sinde ilk olarak “Tılsım sâhibi ilk ‘Sîn’”in varlığından söz ederek,(10) bugün herkesin çok iyi tanıdığı “ilk Selîm”den, yani târihe “Birinci Selîm” olarak geçen Yavuz Sultan Selîm’den bahseder ve “onun cülûsu”nun “Mim’den sonra” olacağını söyleyerek;(11) onun tahta geçişinin kendisinden önceki en büyük hükümdâr olan Fâtih Sultan “Mehmed”den daha sonra olduğuna işaret eder. Bu şifreye göre “Mim”den, yâni “Mehmed”den sonra tahta geçecek olan “Sin” yâni “Selim”; bir “tılsım”ın da sahibidir. Peki ona verilen bu “tılsım” nedir? Hazret cümlenin devamında işte bu sırra işaret edip, sözünü ettiği “Sin”in, bugün târih sayfalarına geçen en büyük ve en açık fiilinden haber vererek, “onun için en büyük tılsım”ın “hilâfet işi” olduğunu söylemektedir.(12)

İşte bu apaçık keşfiyle Şeyhü’l-ekber -kuddise sırruh- Hazretleri, zuhûrundan yaklaşık üç asır önce, hilâfetin Osmanlılar’a bu “Sin”; yâni “Selîm” sayesinde geçeceğini îlân etmiştir.

Hazret’in “Sîn” hakkında verdiği şifreler yalnız bunlarla sınırlı değildir. Nitekim o, “soy sahipleri zamanındaki, şiddetli ve çetin ‘Rı’”nın da onun için bir işaret olduğunu(13) söyleyerek, Osmanlı soy silsilesinden olan pâdişâhın yapacağı “Ridâniye” savaşına dâir apaçık bir işaret verir ve sonra da onun “bir konuşma ile ilgili olarak kendisine işâret edilen” kimse olduğundan sözederek,(14) Çaldıran Savaşı’nda askerlere hitâben yaptığı meşhur konuşmayı haber verir.

Ona göre, bu konuşma “lâf vurma ve gözetilmesi gerekeni unutma arasındayken, bir belde içinde vâkî’ olur” ve “takdir edilmiş olan hükümlerin yönü üzerinde, selâmetli bir yolla ikisi birbiriyle buluşur.”(15) Nitekim Âlî’nin “Künhü’l-Ahbâr”ında kaydettiğine göre, verdiği sözde durmayıp, ordusuyla sürekli yer değiştiren İran “Şâh”ı olacak “kallâş”ın, “hâlâ tahmînen Tebrîz’de” olduğunu haber alan Selîm Hân, askerleriyle “Tebrîz’e toğrılub, Eleşkird” beldesine geldiği sırada, Hazret’in yukarıda işâret ettiği hâdise aynen gerçekleşerek “yiniçeri” askerleri “zahmet-i râhdan (yol zahmetinden) şikâyet” ve çektikleri sıkıntılardan “hikâyet idüb, ol menzilde avdet (geriye dönüş) buyurulmasını” isterler.(16) Netîcede Sultan Selîm Hân “Biz henüz ser-menzile varmaduk!” diye başlayıp, “Er isenüz benimle gelün ve illâ ben tek başıma da giderüm!” sözüyle biten meşhur konuşmasını yapar. Neticede pâdişahla askerler arasındaki çekişme “selâmetli bir yolla” çözülerek, Osmanlı askeri “menzil-be-menzil” yürüyüp Sultan Selîm’in emrettiği yöne “teveccüh” eder.(17)

Hazret’in cümlenin devamında da işaret ettiği gibi, böylelikle; “‘Sîn’ bahtı açıldığı vakit, bahtındaki açıklık onu” askerlere karşı “şiddetli bir intikâma muttali’” kılar ve o “‘çatık kaşlılık’ menzillerinden ‘Yâ’ menzilinde bulundu”ğu için, âsîlere karşı yapılması gerekeni kolaylıkla icrâ eder.(18) Nitekim onun “çatma ve siyah kaşlu” olduğu “Künhü’l-Ahbâr”da(19) açıkça zikredildiği gibi; isminin başına eklenen “Yavuz” lâkabı da “Yâ” menzilinde bulunduğunun apaçık delilidir.

“Sîn”in “Şın”a Dâhil Olup, Yıkık ve

Vîrâne Kabri Ortaya Çıkarması:

Muhyiddîn İbnü’l-Arâbî -kuddise sırruh- Hazretleri semâda zuhur edecek olan bazı işaretlere dayanarak; kendisine işaret ettiği “Sin”in, daha önce kendisine baş kaldırıp geri dönmek isteyen “askerleri ittifakla bağlılıklarını korudukları hâlde, iki tarafın da birbirine uygun tavırlarıyla” sefere devam edip, “zafer sevinciyle Şın’a vardığı zaman”;(20) bu kez de takdir edilen yeni bir “iş”in onu “zikri geçen ‘Şın’ı mekân tutmaya” ileteceğini haber vermiştir.(21) Bu “Şın”ın “Şam” olduğunda herkes ittifak etmiştir. Hazret’e göre bu iş “soy sahipleri ile, bir Hadîs’le kendilerine işâret edilen, askeri sert ve çetin olan ‘Hamr’ arasında hâsıl” olan şeyle(22) gerçekleşecektir.

Şeyhü’l-Ekber -kuddise sırruh- Hazretleri “bundan sonra Ali -kerremallâhu vechehû-nun bir sözünden anlaşılan işarete göre, ona onlara karşı saldırma yetkisi veril”eceğini bildirmiş(23) ve “Sîn” in onları “uzaktan ve yakından kuşatma altına alıp, tepelerine binerek üstünlüğü ele geçir”dikten sonra “Şın’ı koparıp alarak, ona olan mütâbakat”ı yerine getireceğini(24) haber vermiştir. Sultan Selîm’in burada “Şın” diye işaret edilen “Şam” şehrini ele geçirmesi, İran topraklarından sonra Arap ülkelerini de ele geçireceğine delâlet eder. Nitekim Şeyhü’l-Ekber -kuddise sırruh- Hazretleri’nin de ifâde ettiği gibi, “cifr ilmi”nin üstâdı olan Hazret-i Ali -kerremmallâhu vechehû-; “Lâ büdde min Selîmi âl-i ‘Osmân yemlikü’r-rûmu ve’l-‘acem, sümme yemlikü cezîrete’l-‘arab.” = (“Osmanoğulları’ndan Selîm’in Rûm’a, Acem’e ve ardından Arap diyârına hükmetmesi yakındır!”)(25) sözüyle buna işaret etmiştir.

Bundan sonra Hazret, haber verdiği “Sîn”in “zafer sevinciyle Şın’a vardığı zaman” unutulmuş vîrâne bir kabri açığa çıkaracağını belirterek; “Yıkık ve vîrâne olan kabr”in “onun söylemesiyle ziyâdeleştiril”eceğine(26) işaret etmiştir ki, bu “yıkık ve vîrâne kabir” Hazret-i Şeyhü’l-Ekber’in, üç asır önce câhiller tarafından yıkılarak yerle bir edilen kendi kabridir. Onun bu kerâmeti halk arasında daha çok; “İzâ dehalu Sîn fi’ş-Şîn, zahara fî kabruhû Muhyi’d-dîn” = “Sîn Şın’a dâhil olunca, açığa çıkar kabri Muhyiddîn’in!” ifâdesiyle dile getirilmiştir.

Hazret’in “Şeceretü’n-Nu‘mâniyye” kitabındaki bu keşfi gerçekten de aynen tecelli etmiş; çıktığı her seferde “enbiyâ’ ve evliyâ’dan istimdâd itmeğe” özen gösteren(27) Sultan Selîm Hân “Şâm-ı şerîf’de Sâlihıyye nâm mevzî’”ye gelince,(28) bir “vîrânede medfûn” olan “Şeyh Muhyiddîn Arâbî -kuddise sırruh- Hazretleri’nün mezâr”ının yerini buldurup “ziyâret itdükde”, bu büyük zâtın nûrlu kabrinin bir “harâbede mahzûn olduğı”nu bizzat yakından “göricek”, derhâl yanındakilere “ol mezâr”ın üstüne bir türbe ve “civâr-ı mezârda bir câmi’” yapılmasını emretmiştir.(29) Kısa bir zaman içinde “ol binâ tamâm olub”, Yavuz Sultan Selîm Hân askerleriyle birlikte “Muharremü’l-harâm’un yigirmi dördünci güni sa’âdet-ü ikbâl ile” imâretin bulunduğu yere “varub, câmi’-i cedîdinde Cum’â namâzı”nı edâ etmiş ve türbenin bakımını üstlenmesi için imârete bir görevli tâyin etmiştir.(30)

Başbakanlık Osmanlı Arşivi’nde kayıtlı olan bazı vesîkalardan anlaşıldığına göre; Osmanlı pâdişahları bu türbenin bakım ve ihtimâmına, devletin son zamanlarına kadar dâimâ özen göstermişler; câmii ve türbenin bakımı için her devirde maaşlı görevliler tâyin etmişlerdir.(31)

Sultan Abdülâziz’in Cülûsunu

ve Katlini Bildiren İşâretler:

“Şeceretü’n-Nu‘mâniyye” kitabında Muhyiddîn İbnü’l-Arâbî -kuddise sırruh- Hazretleri’nin verdiği en çok hayranlık uyandıran işaretlerden birisi de, Sultan Abdülâziz’in askeri bir darbeyle tahttan indirilerek, yerine yeğeni Beşinci Murad’ın geçirileceğini ve ardından bilek damarları yarılarak öldürüleceğini haber vermesidir. O bu hâdisenin gerçekleşeceği âna çok açık bir biçimde işaret ederek, “te’sîs edilen baht açıklığının vicdânı”nın “bir kimsede hilâfeti zuhûr ettirip, yarılıp ayrılarak ortadan kaldırılan ‘Ayın’ın askerleri”ni “ona uydur”acağını belirtmiş;(32) ayrıca bu “Ayın”ın yavuz ve bahâdır bir kişiliğe sahip olacağını ifâde ederek; “Sen onu, bizi takviye eden sertlik ve bahâdırlıktan yana, dilediğin şekilde algılayabilirsin!” demiştir.(33)

Sert ve bahâdır görünüşü nedeniyle halk tarafından atası Yavuz Sultan Selim Hân’a benzetilen “Ayın”; yâni “Abdülazîz” Hân, Hazret’in bu sözünden altı buçuk asır sonra, 1876 yılında Hüseyin Avni Paşa’nın emrindeki askerler tarafından gerçekten de tahttan indirilmiş, yerine hilâfet makâmına Sultan Beşinci Murad geçirilmiş ve ardından Yûsuf Sûresi’ni okurken, bilek damarları bir makasla yarılarak şehîd edilmiştir.

“Ayın”ın Cülûsu Zamânında,

Devletten İslâm Unsurunun Kaldırılması:

Hazret, eserde halifeliğin bir kimseye geçişi esnasında meydana geleceğini belirttiği yukarıdaki hadisenin hemen ardından, başka bir “Ayın”la daha ahidleşileceğini haber vererek; “Çözülen yıldızların havada seyretmesi tasarrufunu yürüttüğü vakit, onunla O’nun vatandaki vaadinin çözülmesi de mümkünleşip, artık ondan İslâm unsuru alınır ve zikri geçenin zuhûrunu mukâbil ahidleşilen halîfenin devrinde artık kökünden kazınmış olur. Onda artık İslâm’la ilgili meşhûr menkîbeler hâsıl olur ve sayılı şehirler (elden) gider. Müstehak olunan şeye gelince; bu, ‘Ayın’ın cülûsunda perişanlık ve dağınıklıkla durulması ve daha işin en başında ona muhâlefette bulunulmasıdır.” der.(34)

O bu sözleriyle de açıkça, Abdülâziz’in ölümünden sonra Beşinci Murad’ın sinir krizi geçirmesi üzerine devletin başına geçen ve isminin baş harfi “Ayın” olan Sultan “Abdülhamîd”in cülûsuna işaret eder. Osmanlı’nın İslâm’dan uzaklaşma felâketinin bu devirde iyice artacağını bildiren Hazret, “Onun zuhûru kendisine işâret edilenin cülûsundan öncenin de evvelindedir.” diyerek,(35) bu uzaklaşmanın aslında çok daha önceleri zuhur edeceğine, ancak devlet yönetimine küffârın ve dış devletlerin de karıştığı bu dönemde, devletin İslâm’a bağlılığın tamamen elden gideceğine dikkati çeker.

Ayrıca Hazret, yahudilerin Filistin çevresindeki bazı şehirlere yerleşmek isteyeceklerine ve buna karşı çıkan “Ayın”ın, onların güdümündeki bazı kimseler tarafından istenileni vermeye zorlanacağına da; “Ona ilkin şarkın yücelerinden olan beş menzilin içine yerleşme vaad edilir. İkinci tasarrufta ise, milletin çokça hakaretlerini hasıl kılan ilk nedeniyle, kendisine işâret edilen kimseye ‘Bir şey ver!’ denilir.” sözüyle işaret eder.(36)

“Son Mim”in Cülûsu ve

“Devleti’l-Osmâniyye”nin Yıkılışı:

Son yıllarında İslâm’ın esaslarından tamamen uzaklaşacak olan “Devletü’l-Osmâniyye”nin bu hâlinin ne zamana kadar süreceğini açıklarken, devletin yıkılışından bugüne kadar olmuş ve olacak pek çok hâdiseyi tasvir eden Şeyhü’l-Ekber Muhyiddîn İbnü’l-Arâbî -kuddise sırruh- Hazretleri; “Bahsettiğimiz şey, son ‘Mim’in cülûsuna kadar devam eder. O’nun cülûsu, sen; ‘Kabahatlerimiz yüzünden belâlarla karşı karşıya geldik!’ deyinceye kadar dosdoğru bir biçimde sürüp gider.”(37) diyerek, Osmanlı soy silsilesini tamamlayacak olan son hükümdârın “Son Mim” diye ifâde ettiği, altıncı ve son “Mehmed” olan Sultan Mehmed Vâhideddîn Hân olduğunu ifşâ etmiş ve bu sözüyle, henüz kurulmamış bir devletin hükümdarları hakkında aralamış olduğu bu esrârengiz sırlar hazînesinin kapısını kapatmıştır.

Hazret “Şeceretü’n-Nu‘mâniyye”nin son satırlarında; son “Mim”in hükümdarlığı ile “Devletü’l-‘Osmâniyye” yıkıldıktan sonra, âhir zamanın fitne ve fesad dolu karanlık günlerine ulaşılacağını da keşif yoluyla haber vererek; “İşte bundan sonra çok büyük bir fitne zuhur eder. Öyle ki; beldeler ele geçirilir, kullar gelip çatmış olan, boş ve hevâ ile dolu yeni bir yeryüzüne yönelir. Milletin hükmedicileri el değiştirir ve onların başlangıçta kendisine işâret edilene riâyeti zorlaşır. İkinciye dönüşte, ilke kayıtlı olan duruşa açıkça muhâlefet edilir. Kötü vasıflara konulması gereken herhangi bir şey onda tasdik görür. Onun hükmü âhir zamanda zuhur eden ‘Sâd’ın tasarrufuna intikâl eder.”(38) demek sûretiyle, kanlı-canlı ifâdelerle ayan-beyan gözler önüne sermiştir. Nitekim insanların dünyaya âdetâ taptıkları, isyan ve kötülüklerin her türlüsüne daldıkları bu karanlık fitne devrinin içinde yaşayanlar için, bu cümleleri izâh etmeye gerek dahi yoktur.

Şimdi de Hazret’in, içinde bulunduğumuz bu karanlık devirden, Hazret-i Mehdî’nin gönderilişine kadar zuhur edecek olan hâdiseler hakkındaki son sözlerine kulak verelim. O’nun ifâdesine göre, Osmanlı Devleti yıkılıp da insanlar bu duruma düştükten sonra; “Rum, doğuyu ve batıyı birleştirerek mülkü ele geçirir. Böyle olunca da, Zemzem’le Safâ arasından büyük ‘Mim’ zuhûr eder ve lâtif olan ‘Ğayın’da kâim olup, kendisine biat edilir. Sonra kullara vaadedilen gelir ve zulüm ve kötülükle dolduktan sonra yeryüzüne tekrar adâlet yerleşir. ‘Son’un zuhûruyla ilk ‘Mim’in hükmü yeniden doğar ve onunla yeryüzü yeniden canlanır.”(39)

Buradan anlaşılıyor ki, “Devleti’l ‘Osmâniyye” yıkılınca her ne kadar fitne ve fesad devri başlamışsa da, Allah-u Teâlâ “İlk Mim” olan “Muhammed” Aleyhisselâm’ın nûrunu yaymak ve İslâm’ı yeryüzüne tekrar hâkim kılmak için “Son Mim” olan “Mehdî”yi gönderecek; onunla yeryüzünü zulüm ve kötülüklerden temizleyip, İslâm’ın nûru ve adâletiyle yeniden ıslâh edecektir.

Hazret, bu büyük müjdeyi verdikten sonra; “Sana burada gizli işâretlerle vasfettiğim bu sırlar, Allah’a hamd ile tamamlandı.”(40) buyurarak, “Devletü’l-Osmâniyye”nin soy şeceresi hakkında kaleme aldığı esrârengiz eseri “Şeceretü’n-Nu‘mâniyye”yi nihâyete erdirmiştir.

(1) Eserin adı bâzı kaynaklarda “ed-Dâ’iretü’n-Nu‘mâniyye” diye geçmektedir.

(2) Muhyiddîn İbnü’l-Arâbî, “Şeceretü’n-Nu‘mâniyye fî Devleti’l-‘Osmâniyye”, Millet ktp. Ali Emîrî; AY. nr.: 2801 vr. 1b-2a.

(3-4) Müneccimbaşı Ahmed Dede, “Müneccimbaşı Târîhi – Sahâ’ifü’l-Ahbâr fî Vekâyi’ü’l-Âsâr”, c. 1, s. 46.

(5) TDV “İslâm Ansiklopedisi”, c. 20, s. 513.

(6) Muhyiddîn İbnü’l-Arâbî, a.g.e. vr. 1b.

(7) Kur’ân-ı Kerîm, Rûm (30): 1-5.

(8) Muhyiddîn İbnü’l-Arâbî, a.g.e. vr. 1b-2a.

(9-12) Muhyiddîn İbnü’l-Arâbî, a.g.e. vr. 2a.

(13-15) Muhyiddîn İbnü’l-Arâbî, a.g.e. vr. 2a-2b.

(16-17) Gelibolulu Mustafa Âlî, “Künhü’l-Ahbâr”, c. 2, s. 1095-1096., nşr.: A. Uğur. Kayseri, 1997.

(18) Muhyiddîn İbnü’l-Arâbî, a.g.e. vr. 2b.

(19) Âlî, a.g.e., c. 2, s. 1057.

(20-24) Muhyiddîn İbnü’l-Arâbî, a.g.e. vr. 3b-4a.

(25) Âlî, a.g.e., c. 2, s. 1052; Evliyâ Çelebi, “Seyâhat-nâme”, c. 1, s. 343, bas.: h. 1314.

(27, 29) Hoca Sa’deddîn Efendi, “Tâcü’t-Tevârîh”, c. 2, s. 379. bas.: İst. h. 1280.

(28) Âlî, a.g.e., c. 2, s. 1186.

(30) Celâlzâde Mustafa, “Me’âsır-ı Selîm-Hânî”, British Museum, A-7848, vr. 205a-205b

(31) Bakınız: BOA, Evkaf: Cevdet, nr. 11368, 13683.

(32-33) Muhyiddîn İbnü’l-Arâbî, a.g.e. vr. 3a.

(34-36) Muhyiddîn İbnü’l-Arâbî, a.g.e. vr. 5a.

(37-40) Muhyiddîn İbnü’l-Arâbî, a.g.e. vr. 5b-6a.

Etiketler:

Malasef Yorumlar Kapalı.