Kategoriler
Tavsiye Siteler
Son Yazılar
Son yorumlar
12 yıl önce tarafından yazıldı, 945 kez okundu ve hakkında hiç yorum yapılmadı.

Esma-ül Hüsna’dan Kulun Ahlaki Nasibi

Güzel ahlaka ulaşmada hiç şüphesiz Rabbimizin güzel isimlerinin tecellilerinden kişinin nasibi vardır. Rabbimizin Efendimizin (s.a.v) ahlakını anlattığı bir ayette kendi isimleriyle onu taltif etmiş ve bu ince noktaya temas etmiştir. Ayette:  Andolsun, size kendi içinizden öyle bir peygamber gelmiştir ki, sizin sıkıntıya düşmeniz ona çok ağır gelir. O, size çok düşkün, mü’minlere karşı da çok (rauf) şefkatli ve (rahim)merhametlidir. (Tövbe 128)

Buyurarak Efendimizin (s.a.v) Rabbimizin esmalarının tecellileriyle ve kuranın bereketiyle ahlaki güzelliğe ulaştığına ince bir vurgu yapmıştır. İşte mümin kullarında ahlaki birçok değere ulaşması esmaların bereketi ve tecellileriyle olur.

Bundan dolayı bizde Rabbimizin isimlerinden kişiye ahlaki değerler kazandıracak isimlerini ve o değerleri kısaca izah edeceğiz ki kuranın, hususen Esmaların Rabbimize kullukta ve rızasına götürecek ne büyük bir etken olduğu anlaşılsın üzerinde tefekkür edilsin.

Esmaların bazılarından kulun ahlaki nasibine örnekler

Er-Rahman (اَلرَّحْمَنُ): Esirgeyen, bağışlayan, şefkat ve merhametinin eserleriyle bütün kâinatı dolduran, mümin-kâfir, sevdiği-sevmediği ayırt etmeksizin bu dünyada bütün mahlûkatına sayısız nimetler veren, ezelde bütün yaradılmışlar hakkında hayır ve rahmet irade buyuran, hayatları için lüzumlu olan bütün rızıkları veren.
Rahman isminde kulun nasibi: Hak tealanın gafil kullarına rahmet edip onları gafletten vaaz ve nasihat yoluyla hakka döndürmesidir. Asi olanları, içkili olanları, kötü ahlak sahibi olanları vs. bu hasletlerinden dolayı kınamamak, Rabbimizin rahman ismi gereği nasıl asilere bile rızık verdiğini görerek, onlara rıfk ile muamele etmektir.  Onlarla ilgilenirken şiddet değil şevkat yolunu tercih etmektir.

Mü’minin başlıca gayesi, insanlardan sadır olan her masiyeti sanki kendi nefsinden sadır oluyormuş gibi, o masiyeti onlardan bertaraf etmeye olanca gücüyle çalışmak ve bu suretle onları Allah’ın gazabına uğramaktan kurtarmak olmalıdır. Emri bil maruf Nehyi anil münker kaidesince.

Er-Rahim (اَلرَّحِيمُ): Bağışlayan, esirgeyen, rahmeti herşeyi kuşatan, kâinattaki bütün nimet ve ihsanlar af ve rahmet, şefkat ve merhamet kendi eseri olan ve âhirette müminlere sonsuz nimetler ihsan edecek olan, pek ziyade merhamet edici; verdiği nimetleri iyi kullananları daha büyük ve ebedî nimetler vermek suretiyle mükâfatlandırıcı. Rahmân ism-i şerîfinden Allah Teâlâ’nın ezelde bütün mahlûkatı için hayır ve rahmet irade buyurduğu anlaşılır, Rahîm ism-i şerîfi ise, mahlûkatı arasında irade sahipleri, hususan müminler için rahmet-i İlâhiyyenin tecellisini ifade eder.

Rahim isminden kulun nasibi: Gücü yettiği kadar muhtaç durumda olan kimselerin ihtiyacını karşılar, fakirleri, miskin ve yetimleri yanında ve memleketinde gözetler. Rabbimizin infak ayetlerine elinden geldiğince uymaya çalışır. Muhtaçların ihtiyaçlarını maddi ve manevi karşılamaya çalışır eğer gücü yetmiyecek durumlar varsa bu sefer dualarıyla destekçi olur. Ve bunları yaparken desinlere değil Rabbiminin rızası için yapar.

El-Melik (اَلْمَلِكُ): Hükümran olan, buyrukları tutulan, görünen ve görünmeyen âlemlerin sahibi ve idarecisi olan, mülk ve saltanat en yüksek mertebesiyle sadece kendisine âit olan, bütün mahlûkatın hakikî sâhibi ve mutlak hükümdârı. Allah’ın, ne zatında ve ne de sıfatında hiçbir varlığa ihtiyacı yoktur, bilakis herşey zatında, sıfatında, varlığında ve varlığının devamında O’na muhtaçtır, bütün kâinatın hakikî sahibi, mutlak hükümdarıdır.

Melik isminden kulun nasibi: Kulun gerçek anlamda hükümdar olması melik olması asla düşünülemez. Başka varlıklara değilse bile mutlaka rabbimine muhtaçdır. Zaten gerçek kulluğun bilincinde olan kişi sadece rabbimine dayanıp güvenmeli ve her şeyini ona bağlamadır. Böyle bir kul kendi mülkünde meliktir. Rabbinden başka her şeyle alakasını kesen bir kulun mülkü kendi bedenidir. Hükümdarların askerlerine hükmetmesi gibi, oda beden, nefis ve ruh mülkünde tasarrufunda çok hassas olmalı ve iyi bir şekilde idare etmelidir.

Evet, onun öz ülkesi kalbi ve kalıbıdır. Askerleri ise, gazabı, şehveti, heva ve hevesidir. Halkı ise; dili, gözleri elleri ve sair azalarıdır.

O, bütün bunlara kuranın ve sünnetin emirleri doğrultusunda hakim olup da kendisine boyun eğdirirse, işte kendi iç dünyasında sultanlık derecesine yükselmiş demektir.

El-Kuddus (اَلْقُدُّوسُ): Tertemiz, yüce, her türlü hatadan, gafletten, aczden ve eksiklikten çok uzak ve pek temiz, her eksiklikten münezzeh; dalâlet ehlinin kendisi hakkındaki her türlü asılsız düşüncelerinden uzak; kâinatı bütün varlıklarıyla temizleyen ve güzelleştiren. Allah, hissin idrak ettiği, hayalîn tasavvur ettiği, vehmin tahayyül ettiği, fikrin tasarladığı her vasıftan münezzeh ve müberradır yüceler yücesidir.
Kuddus isminden kulun nasibi: Allahu tealanın kulunu mükellef kıldığı her türlü emir ve yasaklarla kulun nefsinin yemek, içmek, eşyalar, evler, zina, fuhşiyat, eşler, çocuklar, kısacası dünya ve içindekileri temizlemisidir. Sadece dış temizliklere değil iç temizliğinide ihmal etmeyip temizlemek ve bunda da aşırı gayret göstermesidir. Onun zikriyle kalbinden masivayı temizlemesidir. Maddi ve manevi kirlerden temizlenen bir kulda zaten Allahu tealadan başka hiçbir şeyle meşgul olmaz yalnızca ona kavuşma arzusu ile yanıp kavrulur ve onun muhabbetiyle teselli bulur.

Es-Selam (اَلسَّلَامُ): Esenlik veren, sulh ve barış temin eden, yaratıklarını selâmette kılan, her türlü kusur, acizlik, noksanlık ve başkalarının kendisine kusur, noksan ve zarar vermesinden sonsuz derecede uzak ve emin bulunan, yaratıklarına huzur ve emniyet bahşeden, her çeşit ârıza ve hâdiselerden sâlim kalan; her türlü tehlikelerden kullarını selâmete çıkaran; Cennet’teki bahtiyar kullarına selâm eden. Bu ism-i şerif, Kuddûs ismi ile yakın bir mana ifade etmekte ise de Selâm ismi, daha ziyade istikbale aittir. Yani Cenâb-ı Hakk’ın gerek zatı, gerek sıfatı ileride en ufak bir tegayyüre, bir değişikliğe, bir zaafa uğramaktan münezzehtir. O, ezelde nasılsa ebedde de öyledir.

Selam isminden kulun nasibi: Selam ve İslam vasfıyla kişinin vasıflanabilmesi için aldatma, kin, nefret, hased gibi hasletlerden kalbi temizlemek gerekir ki kişinin elinden dilinden Müslümanlar selamette olsun zarar görmesin. Kişi kendi ehline akrabalarına komşularına arkadaşlarınada selamette olması onlara zararının dokunmaması gerekir. Tam tersine onlarında selamete çıkmaları için aşırı maddi ve manevi gayret gösterir yardım eder.  Buda yukarda belirttiğimiz nefsin pis olan hased, nefret, kin, gazab ve öfke gibi hasletlerini temizlemiş olanlarda tam anlamıyla tezahür eder. Kendi nefsinde temizlenmeyenler bu isimle nasıl isimlenirler ve tam olarak insana zarar yerine fayda verebilirler? Demekki Rabbimizin kuranda istediği gibi kul olacağız ki yasin suresinde belirtilen Cennette kullarına selam eden rabbimizin o bahtiyar kullarının arasına dahil olalım inşallah.

El-Mumin (اَلْمُؤْمِنُ): Güven veren, inananları güvenlikte kılan, vaadine güvenilen, muhafaza ve himayesiyle her korkuyu gideren, her tehlike ve felâketten kurtuluş ve güven veren, gönüllerde iman ışığı yakan; kendine sığınanlara aman verip onları koruyan, rahatlandıran. Allah Teâlâ, kalblere iman ve hidayet bağışlayarak oralardan şübhe ve tereddüdleri kaldırmıştır. Kendine sığınanlara aman verip korumuş, emniyetle rahatlandırmıştır.

Mümin isminden kulun nasibi: Yanında bulunan her­kesi şerrinden emin kılar. Hiç kimseye zararı dokunmaz. Ona başvuran her korkan kişiyi,” gerek kendi nefsi ve gerekse dini hakkında duyduğu korku ve endişeden kurtarmaya çalışır. Nite­kim Resûlüllah Sallallâhü Aleyhi ve Sellem şöyle buyurmuşlardır:

“Allah ve ahiret gününe iman eden, komşusunu kendi kötü­lüklerinden emin kılsın.(Gazali Esmaül Hüsna şerhi Ferşat yay.-Buhari-Müslüm)

El-Muheymin (اَلْمُهَيْمِنُ): Gözeten, gözetici ve koruyucu, hükmü altına alan, kâinatın bütün işlerini gözetip yöneten, bütün yaratıkları her türlü hal, hareket ve davranışlarında görüp gözeten; herşey denetim ve koruyuculuğu altında bulunan. Allah, yarattığı mahlûkatının amellerini, rızıklarını, ecellerini bilip muhafaza eder. Bütün varlığı görüp gözeten, yetiştirip varacağı noktaya ulaştıran ancak O’dur.

Müheymin isminden kulun nasibi: İşlerini ve huylarını, yâni yapıp ettiklerini gözetmekte mümkün olduğu kadar uyanık davranmak ve bu hallerde eğrili­ğe kaymaktan kendini korumaktır. Daima muhasebe ve mücahede halinde olmaktır. İşte bu şekilde daima iyi haller üzere murakabe ve mücahade ederek istikametini koruyan her kul kendi nefsinde müheymindir. Birde bakmakla ve terbiye etmekle yükümlü olduklarına karşıda daima koruyucu ve gözetleyici olmalıki onlar zarar görmesin.

El-Aziz (اَلْعَزِيزُ): Yenilmeyen, yegâne galip olan, ulu, galip, izzet, kudret ve bütün kudsî sıfatlarıyla acizlik ve kusurlardan uzak olan, bütün varlıkları acizlik, zayıflık ve tezellül içerisinde kendisine boyun eğdiren, mutlak galip, karşı konulamayan güç sahibi, mağlûp edilmesi mümkün olmayan galib. İzzet sıfatı, Kur’an’da birçok yerlerde azab âyetleri bahsinde gelmiştir. Fakat bu ism-i şerifin yine birçok defa Hakîm ism-i şerîfi ile birleştiği görülür. Bunun mânası: Allah Teâlâ’nın kudreti galibdir, fakat hikmeti ile kötülerin cezasını te’hir eder, kötülük edip durmakta olan insanları cezalandırmakta acele etmez, demektir.

Aziz isminden kulun nasibi: Rabbimizin hududlarını aşmayan kuran ve sünnet çizgisinden şaşmayan kişilerin izzetli olmasıdır ki bu isimden kulun nasibi kemalatı kadardır. Birde: Hâlbuki (İzzet) asıl üstünlük, ancak Allah’ın, Peygamberinin ve mü’minlerindir. Fakat münafıklar (bunu) bilmezler. (Münafikun 8)

Ayetin ifadesiyle müminlerin müşrik ve münafıklardan aziz üstün olduğudur ki işlerin aşağılığına düşmez kişiliğine ve imanına zarar verecek haller sergilemez müşrik ve münafıklar gibi.

El-Gaffar (اَلْغَفَّارُ): Çok bağışlayan, kusurları/günahları örten, mağfireti pek bol olan, daima affeden, tekrarlanan günahları bağışlayan, sonsuz rahmet, fazl ve keremiyle kullarının günahlarını çokça bağışlayıp silen. Gafr, örtmek ve sıyânet etmek (korumak) mânâsınadır. Allah mü’minlerin günahlarını örter. Dilediği kullarını da günahlardan sıyânet eder, korur. Bu, onlar için en büyük nimetlerden biridir.

Gaffar isminden kulun nasibi: Maddî kirlerin temizlenmesi için suyu, sabunu yaradan Allah azze ve cell manevî kirlerden temizlenmek için de istiğfarı ve tövbeyi sebep kılmıştır. Bundan dolayı da kul rabbine hamd-ü senada bulunmalı ve sık sık istiğfar etmelidir. Birde oda başkalarının, özelliklede din kardeşlerinin ayıbını örtmeli ve yüzlerine vurmamalıdır. Nitekim hadiste buyurulur ki:Bir kimse din kardeşinin ayıbını örterse, Allah da kıyamet gününde onun ayıbını örter (Tecri’di Sarih:7/360; Riyazüs-Salihin:1/284)

El-Kahhar (اَلْقَهَّارُ): Yenilmeyen, yegâne galip, isyankârları kahreden, bütün varlıkları emir ve iradesi altında bulunduran, hiç kimse hükmünden kaçıp kurtulamayan. Kahr, bir şeye, onu hor ve hakîr kılacak veya mahv ve helâk edebilecek sûrette galib olmaktır. Allah Teâlâ Kahhâr’dır, her vechile üstün ve daima galibdir. Kuvvet ve kudretiyle her şeyi içinden ve dışından kuşatmıştır. Hiçbir şey O’nun bu ihâtasından dışarı çıkamaz. Ona karşı herşeyin boynu büküktür. Kahrına yerler, gökler dayanamaz. Kahr ile nice azıp sapmış ümmetleri ve milletleri mahv ve perişan etmiştir.

Kahhar isminden kulun nasibi: Kul Rabbinin kahrından sakınıp lütfüna sarılmalı ve istemelidir. Birde düşmanlara karşı kahredici olmalıdır ki buda din düşmanlarına karşı harp etmek ve kulluğa en büyük engel olan nefis ve şeytan düşmanlarına karşı savaşmaktır. İbadet, taat ve zikrullah ile nefis ve şeytan düşmanlarını kahretmektir. Zaten tasavvuf yolunda olanlar bilirler ki bu esmanın nefsin temizlenmesinde çok büyük bir rolü vardır.

El-Vehhab (اَلْوَهَّابُ): Hibe eden, karşılıksız veren, karşılık beklemeden bol bol veren, sayı ve hesaba sığmaz çeşit çeşit nimetleri, türlü türlü rahmet hediyelerini her varlığa lâyık olduğu şekilde, her an ve karşılıksız olarak ihsan eden, çeşit çeşit nimetleri devamlı bağışlayıp duran. Vehhâb kelimesi hibe kökünden gelmektedir. Hibe, “herhangi bir karşılık ve menfaat gözetmeden birine bir malı bağışlamak” manasınadır. Vehhâb ise, “Her zaman, her yerde ve her şeyi çok çok ve bol bol veren ve karşılık beklemeyen” demektir.

Vehhab isminden kulun nasibi: İmamı Gazali bu isim hakkında der ki: Kul’dan, hiç bir zaman gerçek manada cömertlik ve bağışlayıcılık beklenemez. Çünkü o, yapılacak bir işin, yapılmaması evla olunca o işi yapmaya katiyen yanaşmaz. Fakat bütün varlı­ğını hatta en aziz varlığı olan ruhunu Allah yolunda, Cennetine tama etmeden veya azabından kurtulmak gibi bir gaye bekle­meden feda ederse o kişi şüphe yok ki gerçekten Vahhab (Bağışta bulunan) ve Cevad (son derece cömert olan) ismine layık olmuş olur. Şu halde Arif-i Billâh o kişidir ki, Allah’a yalnız Allah için iba­det eder. Yoksa karşılığında herhangi bir saadet beklemek için değil.(Gazali Esmaül Hüsna şerhi Ferşat yay.)

Bu sözden cennetin hafife alınması anlaşılmamalıdır nitekim günümüzde bazı çevreler bu ifadeleri eleştiriyorlar ve diyorlar ki inanan kişilerin ahrette en son gideceği yer nimetlerin evi olan cennettir nasıl istenmez hafife alınır?

Deriz ki bu ifade cennetin hafife alınması veya onu inkar değildir. Unutulmamalıdır ki asıl maksad kulun rabbinin rızasına ve cemaline talip olmasıdır. Asıl gaye ve amaç budur bu nimetin gerçekleşmesi içinse cennet bir vasıtadır. Kişi cennet istemekle vasıtayı istemiş asıl amacı istememiş olur. Kalbini yoklamış olsa cennetteki huri ve gılmanları yiyip içmeleri istiyordur. Rabbin cemalini müşahade etmenin en büyük nimet olduğunu idrak edemediklerindendir. Ehlullah cennet hesabı yapmadığı gibi cehennem hesabıda yapmaz onlar rızaya öyle odaklanmışlardır ki eğer cehenneme atılmasıyla rabbi kuldan hoşnut ve razı olacaksa hiç çekinmeden cehenneme de girerler. Ama derdi cennet olan bunu asla isteyemez buda Ehlullah ile sair Müslümanların imanlarının arasında ki farkı açıkça ortaya koyar.

Er-Rezzak (اَلرَّزَّاقُ): Bol bol rızık veren, rızıklandıran, azıkları yaratıcı, bedenlerin ve ruhların gıdasını yaratıp veren, her bir yaratığın rızıklarını ayrı ayrı, tam bir ölçü, intizam, rahmet ve hikmetle aksatmaksızın vakti vaktinde veren, yaratılmışlara, faydalanacakları şeyleri ihsân eden. Rızık, Allah Teâlâ’nın bilhassa yaşayan mahlûkatına faydalanmalarını nasib ettiği her şeydir. Rızık yalnız yenilip içilecek şeylerden ibaret değildir. Kendisinden faydalanılan herşeye rızık denir. Maddî rızık, her türlü yiyecek ve içecek, giyilecek ve kullanılacak eşya, para, mücevher, çoluk-çocuk, vücudun çalışma kudreti, bilgi, mal-mülk, servet v.s. gibi şeylerdir. Manevî rızık ise, ruhun ve kalbin gıdası olan şeylerdir. Başta iman olmak üzere insanın manevî hayatına ait bütün duygular ve o duyguların ihtiyacı olan şeyler, hep manevî rızıktır.

Rezzak isminden kulun nasibi: Kul bu isimin gerçek manasını iyi bilmeli ve inanmalıdır. Gerçek rezzakın rabbimiz olduğunu çalıştığı işleri patron ve amirleri birer sebeb olduğunu bilmelidir. Rızkının bu iş güç vs. vesilelerle verildiğini gerçek verenin hak teala olduğunu iyi bilmelidir ve inanmalıdır. Günümüzde malasef insanlar Rezzak olarak, ya işyerlerini ya patronlarını biliyor oradan ayrılırsam işten çıkarsam ben rızıksız kalırım diyerek küfre girmektedirler ki istiğfar ve tövbe etmelidirler ve bu inançlarını düzeltmelidirler. Rezzakı mutlak hak tealadır. Ondan başkasına güvenmemek gerekir sadece ona güvenip sığınmak gerekir. Bir diğer husus yiyeceğini, giyeceğini nasıl kazanıyorsa zahmetler çekiyorsa ve alırkende en iyi ve temizini alıyorsa manevi rızıklarınıda böyle kazanmaladır. Kalbini, nefsini helal temiz olan emirlerle gıdalandırmalı, haram pis olan yasaklanan şeylerden uzak durarak temizlemelidir bunda da yorulmayı, zahmeti ve sıkıntıyı umursamamalıdır. En azından işi için harcadığı çabanın, gücün aynını mücahadede, kulluk yolunda harcamalıdır.

El-Fettah (اَلْفَتَّاحُ): Açan, iyilik/hayır kapılarını açan, zorlukları kolaylaştıran, her şeye hâkim olan, hakemlik yapan, basit basit maddelerden yarattığı sayısız ve mükemmel varlıkların ve türlü türlü canlıların suretlerini ayrı ayrı, muntazam bir tarzda veren, her birisine lâyık ve farklı birer şekil giydiren. Fettâh kelimesi, feth’den gelmektedir. Feth ise, “kapalı olan şeyi açmak” manasınadır. Kapalı bir şeyi açmak: a) Maddî olur; bir kapıyı, bir kilidi açmak gibi. b) Manevî olur; kalbden tasaları, kederleri atıp gönlü açmak gibi. Onun için bitkilerin çiçek açması, tohum ve çekirdeklerin sünbül vermesi, rızık ve rahmet kapılarının açılması hep Fettâh ism-i şerifinin tecellisindendir.

Fettah isminden kulun nasibi: Kulun silkinmesi lazımdır ki yapacağı güzel nasihatlerle müş­külât kilitleri kırılsın, vereceği güzel öğütlerle de halkın anlayamadiği dini ve dünyevi meselelerine bir çözüm yolu bulunsun. Yapmış olduğu vaaz ve nasihatlar, sohbetlerin bereketiyle kulların hakikata kilitli kalblerinin açılmasına vesile olacağını bilmelidir. Onların bu vesileyle kalblerine hidayet nurunun yağacağını unutmamalıdır. Bilmelidir ki, Allah’ın feth ve yardımı hiç kesilmez. Her insan için her saat, görünmez kapılardan gönlüne bir hayr ve bereket kapısı açılması mümkündür. Allah’tan bunu istemek ve sebeplerine yapışmak lâzımdır. Birde Senden zayıf olan­lara merhamet et ki, senden kuvvetli olanların kahrına uğramıyasın, gücün yeterse, elinden gelirse düşmüşlere yardım et, düşkün vaktinde sana da bir yardımcı bulunur. Hele hiç insan incitme! Zira felâket ve musibet zamanında böylelerine kimse acımaz

El-Alim (اَلْعَلِيمُ): Her şeyi bütün incelikleriyle bilen, hakkıyla bilen, ezelden ebede her şeyi bütün yönleriyle, hiçbir şey hiçbir şekilde hiçbir zaman ilminden gizlenemeyen, her şeyi çok iyi bilen. Allah, her şeyi tam manasıyla bilir. Her şeyin, içini, dışını, inceliğini, açıklığını, önünü, sonunu, başlangıcını, bitimini çok iyi bilendir O, olmuşları bildiği gibi, olacakları da aynı şekilde bilir. Onun için, olmuş-olacak, gizli-açık söz konusu değildir. Bunlar, insanlar hakkında geçerli olan mefhumlardır. İnsanların bilmesi nisbî (belli oranda) ve arızîdir (geçicidir). Allah’ın bilmesi ise, -bütün isim ve sıfatlarında olduğu gibi- zatidir. Onun için O’nun bilmesinde dereceler bulunmaz.

Âlim isminden kulun nasibi: İlimden en yüksek derecede nasibtar olup, alim ismiyle kalmayıp alimlerin üst derecelerine de ulaşmaktır.

İnsanda birtakım kemaller bulunduğunda şüphe yok, fakat bunların mahdut (Eksik-sınırlı) olduğunda da şüphe yoktur. Öyle ki; İnsanın yaşayışı mahdut, mevkii mahdut, bilgisi mahdut, iktidarı mahdut, her şey mahduttur. Kendisinde gördüğü bu mahdut kemallerden bütün nâ’mahdut (hudutsuz sınırsız) kemallerin hakikî sahibi bulunan Allahu teâlâ’yı bilip rızası­nı gözlemelidir. Ebedî saadet, O’nun rızasına ermektir. Zaten ilimden asıl maksatda, kula gerçek şerefte, kulun Rabbini bilmesidir. Kâinatta eşyaların bilinmesi de onun fiillerinin bilinmesidir. Bilinecek şeylerin en şereflisi şüphesiz ki Allah azze ve celledir. Bakara 31 ademin (a.s) yaratıldığını anlatan ayetlerde Rabbimiz Alim ismiyle Ademe (a.s) tecelli etmiş ve bu isimden nasiptar eylemiştir. Ona eşyanın isimlerin hepsini öğretmiştir. Demekki ilimden asıl maksat Hak tealayı bilmektir. Tersi olarak kişinin ahretini perdeleyen, azaba ve gazaba götürecek olan ilim değildir. Bu hususta rabbimiz ayette: Onlar dünya hayatının ancak dış yönünü bilirler. Ahiret konusunda ise tamamen gaflettedirler.(Rum 7) Buyurarak buna temas etmiştir.

El-Kabıd (اَلْقَابِضُ): Daraltan, canlıların ruhunu alan, rızkı tutan, başta ruh, kalb ve nefisler olmak üzere bütün varlıkları bütün halleriyle kudret elinde tutan; maddî, manevî bütün darlık ve sıkıntılar sadece iradesiyle gerçekleşen, dilediğinin maddî ve manevî rızkını daraltan. Bütün varlıklar Allah Teâlâ’nın kudret elindedir. İstediği kulundan, ihsân ettiği serveti, evlâd ve iyâli, yahut hayat zevkini, gönül ferahlığını alıverir. O adam zenginken fakir olur yahut evlâd acısına boğulur yahut iç sıkıntısına, ıstırap ve huzursuzluk içine düşer. İşte bu haller, Kâbıd isminin tecellileridir.

El-Basit (اَلْبَاسِطُ): Bollaştıran, rızık dağıtan, rızkı genişleten, ömürleri uzatan, ruhları bedenlerine yayan, bütün zaman, mekân ve varlıklarda, ilim, yaratma, cisim ve nzık gibi her işteki genişlik, ferahlık ve bolluk yalnız Onun rahmet ve iradesiyle meydana gelen, maddî ve manevî rızıkları çoğaltan, açan, genişleten. Allah, istediği kuluna da yepyeni bir hayat verir, neş’e verir, rızık bolluğu verir, bu da Bâsıt isminin tecelliyatıdır.

Kabıd ve Basit isimlerinden kulun nasibi: Kulların Kabıd ve Basit olmaları, onlara hikmet güzelliklerinin ilham olunmaları ve bütün kelimelerin verilmiş olmasıdır. Bu kullar kendilerine bildirilen nimetleri kullara bazen yayarlar bazen de Rabbimizin celali kibriyasını azab şekillerini ve düşmanlardan intikam almasıyla korkuturlar. Efendimiz (s.a.v) de böyle yapmış, ashabının kalbini hırsdan alıkoyarak ibadete yöneltici bilgiler vermiştir. Kalblerinde ki kırıklık neticesiyle ibadette gevşeklik yapacakları zamanda onlara ümid verici bilgiler vermiştir. Birde kişi Ehline, komşularına, akrabalarına ve Müslüman kardeşlerine elinden geldiğince geniş yardımlarda bulunur. Kâfirlere ise hakkın dışında bir şey vermeyip kısar.

El-Hafıd (اَلْخَافِضُ): Alçaltan, düşüren, zillete düşüren, inançsızları ve emrine muhalefet edenleri alçaltan, zelil kılan, yukarıdan aşağıya indiren. Allah Teâlâ, istediği kulunu yukarıdan aşağı atıverir. Şan ve şeref sahibi iken, rezil ve rüsvây eder ve bu muamelesi çok defa, kendisini tanımıyan, emirlerini dinlemeyen asiler, başkalarını beğenmiyen mütekebbirler ve hak, hukuk tanımayan zalim zorbalar hakkında tecelli eder.

Er-Rafi (اَلرَّافِعُ): Yücelten, yükselten, derece derece yukarı kaldıran, müminleri yükselten, izzet ve şeref veren, inananları ve emrine itaat edenleri yükselten; maddî manevî her türlü rütbe iradesinin elinde olan ve istediğini bu rütbelere yükselten. Allah Teâlâ, istediği kulunu indirdiği gibi, istediği kulunu da yükseltir. Şan ve şeref verir. Bazı gönülleri iman ve irfan ışığı ile parlatır, yüksek hakikatlardan haberdar eder. Allah’ın yükselttiği insanlar, çok defa melek huylu, tatlı dilli, insanların ayıplarını, kusurlarını örtüp eksiklerini tamamlayan; onlara malıyla, bedeniyle, bilgisiyle, nasihatiyle yardım eden nazik, kibar insanlardır. Onlar bu istikametten ayrılmadıkça Allah da bu nimeti kendilerinden almaz.

Hafıd ve Rafi isimlerinden kulun nasibi: Kul, bu isimden şöyle istifade edebilir Hakkı görünce kaldı­rır, batılı görünce yerin dibine indirir. Bu da ancak, haklıya arka çıkmak, haksızı haksızlıktan menetmekle olur.

Allahın düşmanlarını alçaltmak gayesiyle, onlara saldırır; dostlarını da yükseltmek için yardımlarına koşar.

Bazı dostlarına hitaben; Allah buyurmuştur: (Bu hadis, Hadis-i Kudsi’dir.) “Dünyadaki zühdün kendi rahatlığın içindir; beni anman, benimle teşerrüf etmen içindir. Benim için, dostuma dost; düşmanıma düşman oldun mu? (sen ondan haber ver!)” (Gazali Esmaül Hüsna şerhi Ferşat yay.)

Bir diğeri Bilmek lâzımdır ki, düşüren Allah’tır, fakat sebebi insanın kendisidir. Dikkat edilirse, düşenlerin uzun zamanlar bu kötü sıfatlarla haşir neşir oldukları görülür. Allah insanlar içinde yükselmeğe lâyık olanları da bilir, olmayanları da. Bildiği gibi de yapar. Her işi hikmetli ve yerli yerinde olur. Bize düşen vazife, insanlığa yaraşmayan kötü­lüklerden kurtulmağa çalışmaktır.

El-Muiz (اَلْمُعِزُّ): Aziz kılan, izzet ve şeref veren, yücelten, bütün izzet doğrudan doğruya iradesine bağlı olan; dilediğini dilediği şekilde aziz kılan, ağırlayan. İzzet ve zillet, birbirine zıd manalardır. İzzet kelimesinde “şeref ve haysiyet”, Zillet kelimesinde ise “alçaklık” manası vardır. Bunlar hep Allah Teâlâ’nın, mahlûkatı üzerindeki tasarrufları cümlesindendir.

El-Muzil (اَلْمُذِلُّ): İtibardan düşüren, değersiz kılan, alçaltan, zillet veren, dilediğini müstahak olduğu şekilde zillete düşüren, hor ve hakir eden. İzzet ve zillet, birbirine zıd manalardır.

Muiz ve Muzil isimlerinden kulun nasibi: Zillet ve hakaretten kurtulmak, şerefli, haysiyetli ve kuv­vetli olmak istiyen bir kul bilmelidir ki, her türlü izzet ancak Allah’ındır ve Allah’ın emrindedir. Bunun için izzet isteyen­ler, şuna buna taparak kendilerini zelil etmemeli, hepsini ge­çip Allah’a yükselmeli ve ancak Ondan istemelidir.

Bilindiği gibi her inkılâpta mühim değişiklikler olur. Bu arada birçok insanlar yukarıdan aşağıya düşer. Aşağıda görü­len birçok insanlar da yüksek mevki’lere çıkar. En büyük in­kılâp ise âhiret inkılâbıdır. Bu gün fakir ve zelil gibi görülen­leri Allah yarın kuvvetlendirip büyük büyük izzetlere erdirir. Zengin ve kavi sanılanları da zelil ve perişan eder. Mes’ul ol­mayız zannedenleri mes’ul eder. Uykudakileri uyandırır, ölüleri diriltir, Resulüne vâdettiklerini yerine getirir. O her şeye kadirdir (A. Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yay.)

Birde Allahın (c.c) dinini yüceltmek ve küfrü bertaraf etmek için çalışmalıdır. Adalet sahiplerini yükselterek dine çalışanlara destek olarak yüceltmek. Bunun tersi olarak çalışanlarında alçalmaları için gayeret sarfetmektir.

El-Hakem (اَلْحَكَمُ): Anlaşmazlıklarda son hükmü veren, hükmedici, iyiyi kötüden, ayırt edici, varlıklar dünyasında ve haklı ile haksız arasında hiçbir adaletsizliğe, yanlışlığa ve itiraza yer bırakmayacak şekilde hükmeden, hakkı yerine getiren. O’nun hükmü olmadan hiçbir şey, hiçbir hâdise meydana gelemediği gibi, O’nun hükmünü bozacak, geri bıraktıracak, infazına mâni olacak hiçbir kuvvet, hiçbir hükûmet, hiçbir makam da yoktur.

Hakem isminden kulun nasibi: Dine yalandır dememeli, ceza gününü de inkâr etmemeli, hâkimler, müftiler de verdikleri hükümlerde, kuvvetlerine mağrur olup ta hak ve adaletten ayrılmamalı, geçici dünya menfaatleri için şeriatı ahmediyye (a.s) den taviz vermemelidir. Büyük Hâkim’in kudretinden korkmalı, O’nun ahkâmına sarılmalı, kullarına karşı adalet yapmalı, kendi salâhiyeti çevresinde salâha hizmet ederek tü­kenmez ecre ermelidir. Bunu da yapa bilmesi için din ilimlerinin hepsinden, olayları ve etkenlerin hepsinden bilgi sahibi olması gerekir bu şekilde en doğru hükmetmesi mümkündür maalesef zamanımızda bu gibileri pek kalmadı.

El-Adl (اَلْعَدْلُ): Adaletli, mutlak adalet sahibi, her şeyi yerli yerine koyan, aşırılığa meyletmeyen, kâinatı bütün varlıklarıyla birlikte ölçü altına alıp dengeleyen; canlı cansız her şeye en güzel ve en uygun vaziyeti veren; her varlığa lâyık olduğu ölçüde varlığını devam ettirme hakkı vermekle sonsuz adaletini gösteren; emrine itaat edenleri mükâfatlandırırken, haddini aşanları dizginleyen ve hak ettikleri cezayı veren; haşrin büyük mahkemesinde ise mutlak adaletini en geniş ve en mükemmel tarzda gösteren, tam adâletli. Adalet, zulmün zıddıdır. Zulüm kelimesinde; incitme, can yakma mânası vardır. Zulmetmiyerek herkese hakkını vermek ve her şeyi akıl ve mantığa, hikmet ve maslahata uygun olarak yapmak da adalet demektir. Allah Teâlâ Âdil’dir. Zalimleri sevmez. Zalimlerle düşüp kalkanları ve hatta sadece uzaktan onlara imrenenleri ve sevenleri de sevmez.
Adl isminden kulun nasibi: Gerek kendileri hakkında, gerek başkaları hakkında Allahu teâlâ ne takdir etmiş ve ne muamele yapmışsa, onun tam bir adalet ve hikmet olduğuna inanmak ve ona razı olmak ve asla şikâyette bulunmamaktır. Her şeyden önce Kul, şehvet ve gadabını, akıl ve dine hiz­metçi etmelidir. Eğer aklını, şehvet ve öfkesine esir edip de onların (Şehvet ve Öfkesinin) dediğini yaparsa, adaletten ayrıl­mış ve kendi nefsine zulmetmiş olur.

Bu kendi nefsi hakkında riayet etmesi gereken bir adalet an­layışıdır.

Tafsilata gelince: Seri Şerifin çizdiği hudutları aşmamakla adalete riayet etmiş sayılır. Şayet ilahi hudutları aşarsa, hemcinsi­ne karşı haksızlık ederse, o takdirde adaletten ayrılmış ve zulm etmiş demektir.

Sahibi bulunduğu her azaya karşı adaletine gelince; onları yerli yerinde yani Allah’ın emrettiği şekilde kullanmaktır!

Eğer söz sahibi bir kimse ise çoluk çocuğunu ve halkına karşı, nasıl davranması icap ettiği meydandadır, izaha lüzum yoktur. (Gazali Esmaül Hüsna şerhi Ferşat yay.)

El-Latif (اَللَّطِيفُ): Müşfik, lütüfkar, varlıkların en ince noktalarını bilen, yaratılmışların ihtiyacını en ince noktasına kadar bilip sezilmez yollarla karşılayan, varlıkları en nâzik incelikler ve güzellikler içinde yaratan, her bir canlıya lütufkarlıkla ihsan ve ikramlarda bulunan; ince ve sezilmez yollardan kullarına çeşitli faydalar ulaştıran.

Latif isminden kulun nasibi: Kalp gözünü açmalı, Allahu teâlâ’nın kederleri sürurla karışık bir halde yaratmış olduğunu görmeli; görmeli de hayatın hiç eksik olmayan ıztırablı demlerinde başkasının tesellisine muhtaç olmadan kendi kalbinde Hak’kın tesellisini duymalı, kahrında bile lûtfu görünen Allahu teâlâ’yı minnetle anarak ecir ve mükâfat kazanmalı.

Allah yoluna çağırırken, Allah kullarına karşı gayet yumuşak davranmalı, onlara karşı şiddet tavırları takınmamalı, taassup yolunu seçerek onları rencide etmemeli, hakkı kabul ettirme, doğru olana ikna etme usullerinin en iyisini seçmelidir. Unutulmamalı ki İnsan diğer mahlûkata ve hayvanlara da hoş davranmadıkça gerçek lütüf makamına ulaşamaz.

El-Habir (اَلْخَبِيرُ): Her şeyin iç yüzünü, gizli tarafını bilen, her şeyden haberdar, göklerde ve yerde, görünen ve görünmeyen âlemlerde en gizli sırlardan, en saklı şeylerden haberdar olan, ilminin dışında hiçbir şey bulunmayan; her şeyin gizli-açık, küçük-büyük her halini bilen. En küçüğünden en büyüğüne kadar bütün eşya ve hâdiselerden Allah haberdardır. Onun haberi olmadan hiçbir hâdise cereyan etmez.

Habir isminden kulun nasibi: Rabbimizin bu ismine iman eden bir kul, aleni veya tenhada terbiyesizliklerden kötü ahlak ve fiillerden haram ve fuhşiyatın her türlüsünden sakınır bilir ki Rabbi her şeyden haberdardır. Emanetlere ihanet etmez, yalanla aldatmakla iş görmez. Aynı şekilde kul kalbinin ve nefsinin içinde olanları oraya giren havatır ve hevaları kontrol ederek muhasebe ve murakabesinde gevşeklik etmez. Nefsine habir olur.

El-Halim (اَلْحَلِيمُ): Kızgınlıkla ve acele ile muamele etmeyen, yumuşaklık sahibi, günah ve isyanlarına rağmen kullarını hemen cezalandırmayıp onlar için tevbe ve ümit kapılarını açık bırakan; onları sonsuz rahmet ve keremiyle rızıklandırmaya devam eden. Hilm, suçluların cezasını vermeye gücü yetip dururken bunu yapmamak, onlar hakkında yumuşak davranmak ve cezalarını geriye bırakmaktır. Suçluyu cezalandırmağa iktidarı olmayana halim denmez. Halim, kudreti yettiği halde, bir hikmete binaen cezalandırmayana denir. Allah Teâlâ Halim’dir. Her günah işleyeni hemen cezalandırmaz. Hışım ve gazapta acele etmez, mühlet verir. Bu mühlet içinde yaptıklarına pişman olup tevbe edenleri affeder. Israr edenler hakkında, hüküm artık kendisine kalmıştır.

Halim isminden kulun nasibi: Hilm kulların en güzel hallerindendir. Efendimizin (s.a.v) daima hilm ile muamele ettiğini asla unutmamalıyız. Bu nimetten faydalanmalıyız mağrur olupta kötülüklere meyletmemeliyiz her hal ve fiillerimizde hilm üzere olmalıyız ve bilmeliyiz ki Allah azze ve celle hilm sahiplerini sever.

Eş-Şekur (اَلشَّكُورُ): Mükâfatlandıran, az amele/iyiliğe çok sevap veren, kullarının bütün şükür ve sâlih amellerinden haberdar olan, şükredenlerin nimetlerini arttıran; en küçüğünü dahi zayi etmeksizin bütün iyiliklere bol bol sevaplar ihsan eden, kendi rızası için yapılan iyi işleri, daha ziyadesiyle karşılayan. Şükür, iyiliği, iyilikle karşılamak demektir. Şükür, Allah Teâlâ’ya karşı kulun yapması gereken bir vazifesidir. Şekûr ise, az tâat karşılığında çok büyük dereceler veren, sayılı günlerde yapılan amel karşılığında âhiret âleminde sonsuz nimetler lûtfeden demektir.

Şekur isminden kulun nasibi: Kulun kendisine yapılan her türlü iyiliğin karşılığı olarak teşekkür etmesi, Rabbimize bütün hallerde şükretmesi demektir. Şükrün malumunuz ayrı ayrı her azaya mahsus hali vardır ki kalbin, ellerin, ayakların sair azaların hepsinin şükrü vardır ve ayrı ayrı şükredilmesi gerekir. Bunuda yaparken Efendimizin (s.a.v) bildirdiği şeri ölçüler dâhilinde yapmak lazımdır.

Her aza ve halde şükrü yapan bir kul ise Kendisine gelmiş olan ni’metleri, sebeplerden, vasıta­lardan değil, ancak Allah’tan olduğunu i’tiraf eder. Çünkü o hediyeyi getiren uşaklara değil, gönderen efendiye bakar. Gönülden inanmışdır ki, ni’meti yaratan, kısmet eden, gönderen, onunla meşgul olacak kuvvetleri, sebepleri veren, tertip eden ancak Allah’tır. O halde teşekkür edilmeye lâyık olan yalnız Alemlerin Rabbi Allahtır. Birde unutmayın şükrün nimeti artırıcı bir özelliği vardır gelen nimetlere şükretmek o nimetin artmasına sebeptir.

El-Hafiz (اَلْحَفِيظُ): Koruyan, muhafaza eden, koruyup gözeten ve dengede tutan, bütün varlıkların her türlü davranış, hal ve hareketlerini kaydeden, insanların bütün yaptıklarını sorgulama için inceden inceye dikkatle kaydeden; milyonları aşan canlı türlerinin nesillerini, tohum ve nutfelerinde (çekirdeklerinde, özlerinde, spermlerinde) muhafaza edip devam ettiren; bütün varlıkları devamlı gözetimi altında tutan; onları her türlü zarar ve kötülüklerden koruyan, her şeyi belli vaktine kadar âfât ve belâlardan saklıyan. Hıfz, korumak, demektir. Bu koruma iki şekilde olur: a) Varlıkların devamını sağlamak, muhafaza etmektir. b) Birbirlerine zıd olan şeylerin, yekdiğerlerine saldırmasını önlemek, birbirlerinin şerrinden onları korumaktır. Allah her mahlûkuna, kendine zararlı olan şeyleri bilecek bir his ilham buyurmuştur. Bu Hafîz ism-i şerifinin tecelliyatındandır. Bir hayvan kimyevî tahlil raporuna muhtaç olmadan kendine zararlı otları bilir ve onları yemez. Kulların amellerinin yazılması, zayi olmaktan korunması da Hafîz isminin gereğidir. Bu bakımdan âhirette yeniden dirilme ve yaptıklarından hesaba çekilme ile Hafîz isminin yakından alâkası vardır.

Hafiz isminden kulun nasibi: Kul kendine emanet edilen emanetleri iyi muhafaza etmesi gerekir. Beden ve vucudu ona rabbinin emanetidir ona sağlık yönünden sahip çıkmasının yanında, Kuran ve sünnette bildirilen emir ve nehiyleri yaşayarakta onları ahrette azabdan korumalıdır. Bilinmeliki şeytan ve nefis kişiyi gözetler ve boş anında uçuruma cehenneme iter. Ayrıca kulun kullardan gelen emanetlere de sahip çıkması koruması gerekir. Aynı şekilde ehlinden de mesuldür onlarıda nefis, şeytan ve zarar verecek her şeyden korumalıdır.

El-Kerim (اَلْكَرِيمُ): Şerefli, cömert, çok cömert, fazilet türlerinin hepsine sahip, bütün hayatları binlerce duygu, âlet ve organlarla donatıp süsleyen; sonsuz rahmet hazinelerinin süslü ve tatlı nimetlerini karşılık beklemeden önlerine seren, sonsuz keremi, yarattığı bütün sanatlı mahlukât üzerindeki tezyinat ve bunların terbiyelerindeki dikkat ve titizlikle açıkça görünen, keremi, lütuf ve ihsânı bol.

Kerim isminden kulun nasibi: Rabbimizin bizlere verdiği her nimetten infakta bulunmaktır. Maldan olduğu gibi zamandan ilimden vs. her şeyden infak yapmaktır. Kulun muhtaç, fakir, miskinleri gözetmesi onlara yardımda bulunmasıdır. Ayrıca insanlarla kısıtlı kalmayıp diğer mahlukatada kerim olmak, hayvanları dahi olsa yedirip içirmektir. Bu hizmet olarak çok büyük olduğu gibi sıkıntısıda çoktur. Ama bilinmelidir ki Rabbimiz bunu herkese nasip etmez onun için sıkıntılara katlanmalı ve mahlûkata hizmetinde Rabbine sığınmalı ve güvenmelidir.

Er-Rakib (اَلرَّقِيبُ): Gözetleyen, gözeten, gözetleyip kontrol eden, mahlukâtın hareket, davranış, hal ve işlerini devamlı kontrol ve gözetimi altında tutan, bunları kaydeden, bütün varlıklar üzerinde gözcü, bütün işler murakabesi altında bulunan. Bir şeyi koruyan ve devamlı kontrol altında bulundurana rakîb derler; bu da bilgi ve muhafaza ile olur. Allah Teâlâ, bütün varlıkları her lâhza gözetip duran bir şâhid, bir nâzırdır. Hiçbir şeyi kaçırmaz. Her birini görür ve herkesin yaptığına göre karşılığını verir.

Rakib isminden kulun nasibi: Kulun nefsini, kalbini ve amellerini daima murakabe etmesidir. Gizli ve açık hiçbir farzı aksatmamalı, hiçbir günaha meyletmemesidir. Bakmakla yükümlü olduğu ehlini çocuklarını kontrolsüz bırakmamalı, onları İslami ahlakta bilgilendirmeli ve edebli Salih kullar olması için çalışmasıdır. Hakeza başlarında olması gereken şahıslarında dine uygun hareket edip etmediklerini daima kontol etmelidir.

El-Hakim (اَلْحَكِيمُ): Her şeyi yerli yerinde yapan, hükmü hikmetli olan, hikmet sahibi, bütün işleri hikmetli, bütün emirleri ve işleri yerli yerinde olan, her şeyi en kısa yoldan, en faydalı, en kolay ve en güzel bir şekilde yaratan. Boş iş yapmayan, her bir şeyde sayısız faydalar gözeten ve bunu yaratıkları üzerinde tecellileriyle gösteren. Allah Hâkim’dir. Faydasız, boş ve tesadüfî bir işi yoktur. Her emir ve filinin her yönüyle sonsuz fayda ve maslahatları vardır. Her yarattığı mahlûk, her yaptığı iş bütün kâinat nizamı ile alâkalıdır. Kâinatın umumî nizamı ile tenakuz teşkil eden hiçbir hâdise, bir mahlûk, bir iş yoktur. En zararlı görülen mahlûkatın bile yaratılmasının hikmeti vardır. Fare gibi zararlı görülen hayvanlar tamamen yok edildiği durumlarda bu husus açıkça görülmüştür. Bu sefer başka sorunlar ortaya çıkmıştır.

Hakim isminden kulun nasibi: Bir kimse bütün şeyleri bilip de Allah’ı bilmezse, ona Hakim denilmez. Çünkü o, en üstün ve yüce olan şeyi bilememiştir.

Hikmet ilimlerin en yücesidir. İlmin yüceliği malumun yüce­liği ile ölçülür. Allah’tan yüce varlık var mıdır?

Allah’ı bilen kişi, diğer ilimlerde her ne kadar zayıf ise de, her ne kadar güzel konuşup konuyu etraflıca açıklayamasa da o hakimdir. Lâkin kulun hikmetini Allahın hikmetine kıyaslayacak olursak, onun kendisini bilmesi ile Allahın kendi zâtını bilmesi arasındaki fark kadar büyük olduğunu görürüz.

Evet, bu iki hikmet arasındaki fark gerçekten büyüktür. Buna rağmen bu bilgi (Kulun Allah’ı bilmesi) bütün bilgilerin en enfesi ve en hayırlısıdır. Çünkü kendisine hikmet verilen kişi, kendisine pek çok hayır verilen kişidir. Evet, Allah’ı gerçekten bilen kişinin sözü, diğer insanların sözüne uymaz! Çünkü o, cüziyata temas etmez: Sözü küllî ve özlü olur. Sonra peşin menfaatlerin ardından koşmaz, sonunda kendisine yarayacak: şeyin peşinde olur.

Durum böyle açıklık arz edince, Allah’ı bilen ve hikmetli sözler söyleyen insanlara Hakim, söyledikleri sözlere de hikmet denilir. Peygamberlerin Ulusu Sallallâhü Aleyhi ve Sellem’in şu ha­disleri gibi:

“Hikmetin Başı Allah Korkusudur!”

“Yiğit o kimsedir ki, nefsine galip olup, ölümden sonrası için çalışır, aciz o kişidir ki, nefsinin çirkin ar­zularına ram olup Allaha karşı boş ümidlere kapılacak (Allah Kerimdir! nasılsa beni avf eder deyip kendisini avutur.)

“Az olup da yeterli olan, çok olup da, (Allaha İtaattan kişiyi) alıkoyandan iyidir!”

Sabahlayan kimse vücudunu sıhhat içinde, yolunu emniyet içinde bulursa bir günlük yiyeceği de olursa dünya bütünüyle onun olmuş demektir

“Allah’tan korkar ol ki, insanların en çok ibadet edicisi ola­sın, kanaatkâr ol ki, insanların en çok şükredeni olasın.

“Gelen bela, insanın dilinden gelir.

“Kişinin malayaniyi terk etmesi Hüsn-ü İslamındandır.

“Mutlu o kişidir ki, kendisini değil de başkasını ömek göste­rerek vaaz eder.

“Sükût hikmettir, fakat susan azdır

“Kanaat tükenmez bir hazinedir!” (Yine El-Kuzaî Enes (R.A.) den rivayet etmiştir;)

“Sabır imanın yarısıdır, yakın ise imanın hepsi” (Bu hadisi, Ebu Nuaym, Hilyede, Beyhâki   Şuabil İman’da,   İbni Mes’ud (R.A.) dan rivayet etmişlerdir.)

İşte bu ve benzeri sözlere hikmet; söyleyicileri ne de Ha­kim denir. (Gazali Esmaül Hüsna şerhi ferşat yay.)

El-Vedüd (اَلْوَدُودُ): Çok seven ve sevilen, müminleri seven, iyi kullarını seven, onları rahmet ve rızasına erdiren, cemalini, isimlerini ve bunların tecellileri olan mahlûkatının güzelliklerini çok seven; rahmetinin güzel meyveleriyle söz ve fiilleriyle kendini yaratıklarına sevdiren, sevilmeye ve dostluğu kazanılmaya biricik lâyık olan. Vedûd’un, seven ve sevilen olmak üzere iki manası vardır. Allah Teâlâ, kullarını çok sever, onları lütuf ve ihsanına garkeder. Sevilmeye lâyık ve müstehak olan da ancak O’dur.

Vedüd isminden kulun nasibi: Kulun sevilmesi vacib ve caiz olanlara karşı çok sevgi beslemesidir. Kişi ehlini, çocuklarını, sevecek anne-babasını onlardan biraz daha fazla sevecek. Alimleri Salihleri hocalarını onlardan daha çok sevecek. Efendimizi (s.a.v) Hepsinden hatta kendi nefsinden de çok sevecek. Rabbini ise herkesden her şeyden daha çok sevecek sevilmeye gerçek layık Allahtır.  Diğer bir husus kendi için istediklerini başkaları içinde istemelidir. Kendisinden yüce olanları kendisine tercih etmelidir kin, gazab, öfke durumu olsa dahi kerem olmalıdır Efendimizin (s.a.v) uhutda şehit olan dişi ve yaralanmasına rağmen Ya Rabbi onları bağışla ve hidayet et çünkü onlar hakikatı bilmiyorlar” demesi gibi. Efendimizin (s.a.v) bu durumu onların iyliğini istemesine mani olmamıştır. Efendimizin ( s.a.v) Hz. Aliye (r.a) bu hususta ki tavsiyesinde şöyle buyurmuştur: “Mukarrebleri geçmek istersen, seni ziyaret etmeyeni ziya­ret et seni mahrum bırakana ver, sana haksızlık edeni de afv et (Gazali a.g.e)

El-Veli (اَلْوَلِي): Dost, yardımcı, müminlere dost ve yardımcı, kullarının işlerini üzerine alan, sevdiklerine dost olan ve yardım eden, varlıkların bütün işlerini ve ihtiyaçlarını üzerine alan, bütün yardımlar ve muvaffakiyetler kendisinden gelen, kendisine iman ile bağlananları her zaman yardım, himaye ve yakın dostluğuyla koruyup gözeten. Allah, sevdiği kullarının dostudur. Onlara yardım eder. Sıkıntılarını, darlıklarını kaldırır, ferahlık verir. İyi işlere muvaffak kılar. Her çeşit karanlıklardan kurtarır, nurlara çıkarır. Artık onlara korku ve hüzün yoktur. Herkesin korktuğu zaman, onlar korkmazlar.

Veli isminden kulun nasibi: Kul Allah için sever Allah için buğz eder bu ölçüyü asla geçmez. Dini, mukaddesatı, Velileri sever Rabbini sevenleri sever onlara yardımı esirgemez. Dine, Rabbine Düşman olanlara da buğz eder. Aynı şekilde nefis ve şeytan düşmanlarıyla da durmadan mücadele eder. Bizimde duamız bu hasleti kazanmak içindir. Allahım bize senin sevgini, seni sevenlerin sevgisini, seni seve bilmek için gerekli olan amelleri ve o amellerinde sevgisini ihsan et.amin

El-Ber (اَلْبَرُّ): İyiliği ve ihsanı bol olan, iyilik eden, vaadini yerine getiren, dilediği kullarına kesintisiz iyilik ve ihsanda bulunan; nimet veren, kulları hakkında kolaylık isteyen. Allah Teâlâ kulları için daima kolaylık ve rahatlık ister, zorluk istemez, zorluk çıkaranları da sevmez. Yapılan kötülükleri bağışlar, örter. Bir iyiliğe en az 10 mükâfat verir. Kul gönlünden iyi bir şey geçirmişse, onu yapmamış olsa bile, yapmış gibi kabul edip mükâfat verir. Aksine kötülükleri ise yapmadıkça cezalandırmaz.

Ber isminden kulun nasibi: Kişi anne-babasına, hocalarına, âlimlere, velilere, kendinden faziletli kişilere, miskin, fakir ve düşkünlerede iyiliklerde bulunur. Bu ismin alanı geniştir. Kısaca ayette buyrulur:

İyilik, yüzlerinizi doğu ve batı taraflarına çevirmeniz(den ibaret) değildir. Asıl iyilik, Allah’a, ahiret gününe, meleklere, kitap ve peygamberlere iman edenlerin; mala olan sevgilerine rağmen, onu yakınlara, yetimlere, yoksullara, yolda kalmışa, (ihtiyacından dolayı) isteyene ve (özgürlükleri için) kölelere verenlerin; namazı dosdoğru kılan, zekâtı veren, antlaşma yaptıklarında sözlerini yerine getirenlerin ve zorda, hastalıkta ve savaşın kızıştığı zamanlarda (direnip) sabredenlerin tutum ve davranışlarıdır. İşte bunlar, doğru olanlardır. İşte bunlar, Allah’a karşı gelmekten sakınanların ta kendileridir.(Bakara 177)

El-Hadi (اَلْهَادِيُّ): Yol gösteren, lâyık gördüğü kullarını hidâyete erdiren, hidayeti yaratan, istediği kulunu hayırlı ve kârlı yollara muvaffak kılan, muradına erdiren, her yarattığına neye ihtiyacı varsa, ne yapması gerekiyorsa onu öğreten, murada erdiren, her bir varlığı tam bir hikmetle yaratılış gayesine doğru ileten; dünyevî ve uhrevî her konuda bütün zarar ve menfaatleri gösterip doğru yola sevk eden. Hidâyet; Allah Teâlâ’nın lütuf ve keremiyle kullarına, sonu hayır ve saadet olacak isteklerin yollarını göstermesi veya o yola götürüp muradına erdirmesi demektir. Sadece hayır yolunu ve sebeblerini göstermeye irşâd; neticeye erinceye kadar o yolda yürütmeye de tevfîk denir. Hidâyetin karşılığı dalâlettir. Dalâlet, doğru yoldan bile bile veya gaflete kapılarak sapmak demektir. Hidâyetin neticesi îman, dalâletin neticesi îmansızlık ve küfürdür.

Hadi isminden kulun nasibi: Bilinmelidir ki, dünyâda insanları iyiliğe çağıran hidâ­yet müşritleri bulunduğu gibi, kötülükleri süsleyerek iyiliktir diye yutturmaya çalışan şeytanlar da vardır. Ara­mızda şeytan tabiatlı nice insanlar vardır ki, adamı yoldan çı­karırlar. Öyle kurnaz, öyle sıcak davranırlar ki, insan onların samimiyetinden şüphe etmeyebilir. Fakat parasını bitirip vücudunu harap ettikten sonra bir daha semtine uğramazlar. Buna karşı melek tabiatlı insanlar da vardır. Bunlar da insanın yolu­nu Allah’a ve rızâsına çevirirler. Bunlarla tanışabilmek Al­lah’ın büyük lûtfu ve hidâyetidir. Bunu kazanmak için Allah’a yalvarmalı, bunun için de, Fatiha sûresini çok okumalıdır. Çünkü orada

“îhdine’s-sırâta’l-müstakîm” = Yâ Rab bizi doğru yola hidâyet et” dileği vardır.(A. Osman Tatlısu a.g.e.)

El-Gani (اَلْغَنِي): Hiçbir kimseye ve hiçbir şeye muhtaç olmayan, kendi dışındaki her şey O’na muhtaç, sonsuz zengin olan; hiçbir cihetle kâinata ve mevcudata ihtiyacı bulunmayan, çok zengin ve her şeyden müstağnî. Gani, hiçbir şeye ihtiyacı olmayan, herşey yanında mevcud bulunduğu için hiçbir şekilde başkasına müracaat mecburiyetinde kalmayan zât demektir.

Gani isminden kulun nasibi: Allahu teâlâ’ya karşı daimî aczini ve ihtiyacını takdir edip, gerek kendisi için, gerek başkaları için kulluk mevkiin­den ileri bir mevki aramak deliliğine kapılmamalıdır. Allah’a kulluk vazifesi yaparken bunu, yalnız Allah emrettiği için ve kendisine ibadet olunmak, bütün emirlerine kayıtsız şartsız boyun kesilmek, Allah’ın tam hakkı olduğu için yapılmalı­dır. Unutulmamalıdır ki gerçek zengin ancak Allah azze ve celledir. İnsanlar zayıf ve fakirdir.

Es-Sabur (اَلصَّبُورُ): Çok sabırlı, bütün âsilere lâyık oldukları cezayı vermeye her an gücü yettiği halde onları cezalandırmada acele etmeyen; sabırsızlıkla henüz zamanı gelmeyen bir işi yapmaya tevessül etmeyen ve bütün sabırlıların sabrı onun yardım ve rahmetiyle var olan. Allah, bir işi, vakti gelmeden yapmak için acele etmez. Yapacağı işlere muayyen bir zaman koyar ve onları koyduğu kanunlara göre -zamanı gelince- icra eder. Önceden çizdiği zamandan, -bir tenbelin yaptığı gibi- geciktirmez. Ve keza -bir acelecinin yaptığı gibi- zamanı gelmeden yapmağa kalkmaz. Bilakis her şeyi, hangi zamanda yapılmasını takdir buyurmuş ise, o zaman yapar.

Sabur isminden kulun nasibi: Kulun sabrı ise iradeyi zorlayacak sebeplerden hali değildir. Çünkü onun sabrı, şehvet ve öfkenin gerektirdiği şeyler karşısın­da dinin icap ettirdiği şeylere karşı sebat göstermek demektir.

Bu itibarla kul, iki zıd şey karşısında kalmaktadır. Zıd şeyler­den (şehvet ve öfkenin icap ettirdiği) hususu itip, dinin gerek­tirdiği hususa sarıldığı zaman kula Sabûr (çok sabredici) ismi verilebilir. Çünkü onu kötülüğe iten şeyi kahredip sabretmiştir.

Allah hakkında aceleyi gerektirecek durum bahis konusu değildir. Onun için, takdir ettiği şeyi zamanından, önce yapma­sına sebep olacak bir bais yoktur. Zaten olamaz da. Öyleyse bu isme (Es’Sabûr) ismine en lâyık olan da Allah’tır. Bir diğer husus Haksızlığı, Hak’ka tecavüzü âdet edinenler bilmelidir ki, Allahu teâlâ zâlimlerden intikamını alır. Allah’ın yakalaması çok şiddetlidir, O’nu hiçbir kuvvet önleyemez. Allah’a isyan edip dururken O’nun müsâadesine ve imhalîne mâruz kalanlar, kat’iyyen buna aldanmamalıdır. Günün birinde hatır ve hayâle gelmeyen azap kendilerini sarıverir. Her halde Allah’a dön­mekte, O’nun afv ü mağfiretine sığınmakta isti’câl etmek ge­rekir.

Hayatta sabredilecek yerlerde sabredenlere, Allahu teâlâ hadsiz hesapsız sevap ve mükâfat va’d buyurmuştur. Bir insa­nın hiddetine mağlûp olmaması, birlikte yaşadığı kimselerin bazı kusur ve kabahatlerini hoş görmesi,-günâh olan şeylere dönüp bakmaması, onların vereceği geçici lezzetlere aklanma­ması sabır olduğu gibi, ilim ve fazilet yolunda, memleket uğ­runda, rahatını, uykusunu, malını ve hattâ icâbında canını feda edivermek de sabırdır. Allah’tan gelen ve define çâre ol­mayan felâketler, hastalıklar ve kazalar vardır. Onlara taham­mül etmek ve o gibi hallerde eline, diline sahip olmak, bağı­rıp, çağırmamak, yakasını paçasını yırtmamak, başını, göğ­sünü dövmemek, rast geldiğine dert yanmamak ve hattâ yüzü­nü bile ekşitmemeğe gayret etmek de sabırdır. Hak’tan kuluna musibet gelir. Hiç şüphe yok ki; ecri de beraber gelir. Sabre­derse o ecri alır, edemezse musibet birken iki olur. Biri musi­betin kendisi, öteki de kaçırmış olduğu ücrettir. Halbuki Hak’tan gelen ücreti kaybetmek, musibetin bizzat kendisin­den daha ağırdır.(A.Osman Tatlısu Esmaül Hüsna şerhi Başak yay.)

Er-Reşid (اَلرَّشِيدُ): Yol gösteren, bütün işleri isabetli ve hedefine ulaştıran, irşad edici, hiç kimseye danışma ihtiyacı duymadan, bizzat, iyiyi kötüden, doğruyu yanlıştan en güzel şekilde ayırıp kullarına da bunu gösteren; kâinatı bütün varlıklarıyla istikâmet üzere hikmetle, en kısa ve en kolay yola sevk eden, bütün işleri ezelî takdîrine göre yürütüp, bir nizam ve hikmet üzere âkıbetine ulaştıran; her şeyi yerli yerine koyan, en doğru şekilde nizama sokan. Reşîd isminde iki mâna vardır: a) Doğru ve selâmet yolu gösteren. Bu mânada Hâdî ismiyle eş mânaya gelir. b) Hiçbir işi boş ve faydasız olmayan, hiçbir tedbirinde yanılmayan, hiçbir takdirinde hikmetsizlik bulunmayan zât mânasındadır.

Reşid isminden kulun nasibi: Kulun sünneti seniye üzere olması lazımdır. Buna göre her kulun reşid olmasının derecesi, din ve dünya gayelerini kuranın ve sünnetin belirttiği çerçevede hareket edip hidayeti nispetincedir. Bu da kişinin nefsinin ve aklının doğru kontrolüyle alakalıdır. Akıl gibi bir büyük nimeti nefsinin değil de Rabbinin emirleri doğrultusunda kontrol eden onu nefsin esaretinden kurtaran kişiler gerçekten büyük kişilerdir. Aklın eli, nefsin dizginini tutarsa, kötü yollara bırakmaz, hakka bâtıl, bâtıla hak dedirtmez. Mes’ut olanlar da bunlardır. Çünkü onlardan mahlûkat mutazarrır olmaz, memnun olur. Halkın memnun olduğundan Hak da razı olur.

Allaha (c.c) Giden Yol Nefsin Tanımı ve Mertebeleri

Etiketler:

Güvenlik Sorusu ** Zaman sınırı bitmiştir. CAPTCHA yeniden yükleyin.