Kategoriler
Tavsiye Siteler
Son Yazılar
Son yorumlar
11 yıl önce tarafından yazıldı, 205 kez okundu ve hakkında yoruma kapatıldı.

Efendimizin (s.a.v) Bazı Mucizeleri

Bütün mevcûdât (varlıklar), Allahü teâlânın varlığını ve birliğini gösterdikleri gibi, Muhammed aleyhisselâmın da hak Peygamber olduğunu ve üstünlüğünü göstermektedirler.

Sevgili Peygamberimizin mu’cizelerine başlamadan önce, sizlere şu önemli hususları arzetmekte fayda görüyoruz:

Muhammed aleyhisselâmın mu’cizeleri, zaman bakımından üçe ayrılmıştır:

Birincisi, mübârek rûhunun yaratılmasından başlayarak, Peygamberliğinin bildirildiği “bi”’’set” zamanına kadar olanlardır. Bunlara, “İrhâsât” yâni, başlangıçlar denir. Tekili “irhâs”tır.

İkincisi, bi”’’setten (Peygamberliğinin bildirilmesinden) vefâtına kadar olan zaman içerisindekilerdir. Bu ikinci kısımdaki “mu’cize”lerinin, 3.000 (üç bin) kadar olduğu bildirilmiştir.

Üçüncüsü de, vefâtından kıyâmete kadar olmuş ve olacak şeylerdir.

Bunlardan her biri de, ayrıca gözle görülen veya görülmeyip akıl ile anlaşılan mu’cizeler olmak üzere ikiye ayrılır. Bütün bu mu’cizeler o kadar çoktur ki, saymak mümkün olmamıştır.

Molla Abdurrahmân Câmî isimli büyük âlimin, aslı Farsça olan, Türkçe tercümesi de bulunan, “Şevâhidü’n-Nübüvve” ve Yûsuf Nebhânî’nin, Arapça “Huccetu’llahi ale’l-âlemîn fî Mu’cizâti Seyyidi’l-Mürselîn” kitablarında, Resûlullahın birçok mu’cizesi yazılıdır.

Nişancızâde Muhammed bin Ramazan Efendi’nin Osmanlıca “Mir””ât-ı Kâinât” kitabında, onun mu’cizelerinin çoğunun kaynakları da bildirilmiştir.

Muhammed aleyhisselâmın hak Peygamber olduğunu bildiren şâhitler pek çoktur. İmâm  Muhammed Bûsırî’nin (695/1295)  “Kasîde-i Bürde”sinde de bunlar çok güzel dile getirilmektedir.

Allahü teâlânın, âdetinin ve kânunlarının dışında yarattığı mu’cizelerin meydana gelmesi için, peygamberlerin aleyhimüsselâm diri olması şart değildir. Öldükten sonra da Allahü teâlâ onlara mu’cize ihsân eder. (Abdülganî Nablüsî)

Haddizâtında, bütün Peygamberler, onun nûrundan yaratıldıkları ve onun ümmetinden olmak istedikleri için, onların mu’cizeleri de Muhammed aleyhisselâmın mu’cizelerinden sayılmaktadır.

Hattâ, ümmetinin Evliyâsında hâsıl olan “kerâmet”ler de, aslında hep onun “mu’cize”leri sayılmaktadır. Çünkü, kerâmetler, ona tâbi olanlarda, onun izinde gidenlerde hâsıl olmaktadır.

Peki, “Mu’cize” ne demektir? “MU””CİZE”: “Allahü teâlânın izniyle, Peygamberlerden (aleyhimüs-selâm), peygamberliklerine delîl olarak meydâna gelen hârikulâde (olağanüstü) hâller”e denir.

Bir şeyin mu’cize olabilmesi için şu şartlar lâzımdır:

1- Allahü teâlâ o şeyi, mûtâd (alışılmış) sebepler dışında yaratmış olmalıdır.

2- Hârikulâde (olağanüstü) olmalıdır.

3- Peygamber olan zâtın istediğine uygun olmalıdır. İsteyip de hâsıl olan mu’cize kendisini yalanlamamalıdır.

4- Mu’cize, peygamber olduğunu söylemeden önce hâsıl olmamalıdır.

5- Bir peygamberin ümmetinden meydana gelen hârikulâde hâller, kerâmetler de o peygamberin mu’cizesidir. (İmâm-ı Rabbânî)

Peygamberler İslâmiyetin emirlerini ve yasaklarını bildirirlerdi. Ümmetleri mu’cize isteyince; “Mu’cizeleri Allahü teâlâ yaratır. Bizim vazifemiz O””nun emirlerini bildirmektir” buyururlardı. Allahü teâlâ dilerse, ümmetlere merhamet ederek, inanmaları, saâdete kavuşmaları için, o anda mu’cize yaratırdı. (İmâm-ı Rabbânî)

Allahü teâlâ, her peygambere, zamanlarında önemli kabûl edilen hususlarla ilgili mu’cizeler ihsân etmiştir:

Meselâ, Mûsâ aleyhisselâm zamânında sihirbâzlık yaygın idi. Allahü teâlâ, Mûsâ aleyhisselâma asâ mu’cizesini ihsân etti. Mûsâ aleyhisselâmın asâsı büyük yılan olup sihirbâzların sihir âletlerini yuttu. Böylece sihirbâzlar, bunun insan gücünün üstünde olduğunu anlayarak Mûsâ aleyhisselâma îmân ettiler.

Îsâ aleyhisselâmın zamânında tıp ilmi ileri gitmişti. Tabipler başarılarıyla öğünürlerdi. Allahü teâlâ, Îsâ aleyhisselâma ölüleri diriltme ve anadan kör doğanların gözlerinin açılması mu’cizesini ihsân etti. Tabipler onun karşısında âciz kaldılar.

Muhammed aleyhisselâm zamânında ise, Arabistan yarımadasında şâirlik, edebiyât, fesâhat ve belâğat san””atı en yüksek dereceye ulaşmıştı. Yazdıkları ve okudukları şiirlerle birbirlerine karşı öğünürlerdi. Allahü teâlâ, Peygamber efendimize en büyük mu’cize olarak Kur””ân-ı kerîmi gönderdi. Kur””ân-ı kerîmin îcâzı, eşsizliği karşısında bütün şâirler âciz kaldılar. Onların bir kısmı, Allah kelâmı olduğunu inkâr edip kâfir olarak öldüler. Bir kısmı ise, Allah kelâmı olduğunu anlayarak müslüman oldular. (Ahmed Fârûkî)

Dâru’l-Fünûn müderrislerinden (yanî eski İstanbul Üniversitesi profesörlerinden) Seyyid Abdülhakîm bin Mustafâ (rahmetullahi aleyh) diyor ki:

Allahü teâlâ, herşeyi bir sebep altında yaratmaktadır. Bu sebeplere, iş yapabilecek te’sîr, kuvvet vermiştir. Bu kuvvetlere, tabî’at kuvvetleri, fizik, kimyâ ve biyoloji kanûnları diyoruz.

Bir iş yapmamız, birşeyi elde etmemiz için, bu işin sebeplerine yapışmamız lâzımdır. Meselâ, buğday hâsıl olması için, tarlayı sürmek, ekmek, ekini biçmek lâzımdır. İnsanların bütün hareketleri, işleri, yüce Allah’ın bu âdeti içinde meydâna gelmektedir.

Cenâb-ı Hak, herşeyi bir sebep altında yaratmakla birlikte, istediği zaman, sevdiği insanlara, ikrâm için, iyilik olsun diye  ve azılı düşmanlarına da mekr-i İlâhî olmak üzere, bazı “Hâriku’l-âde (yani fevka’l-âde, âdet dışı, olağanüstü)” şeyler verebilir. Ya’nî bunlar için âdetini bozarak, sebepsiz şeyler de yaratabilir. Meselâ:

1- Peygamberlerden, âdet-i İlâhiyye dışında, fakat kudret-i İlâhiyye içinde bazı şeyler meydâna gelir. Bunlara “mu’cize” denir. Peygamberlerin (aleyhimüsselâm) mu’cize göstermeleri lâzımdır.

2- Peygamberlerin ümmetlerinin Evliyâsında, âdet dışı meydâna gelen şeylere, “kerâmet” denir. Evliyânın kerâmet göstermeleri lâzım değildir. Zâten bunlar da, kerâmet göstermek istemezler, Allahü teâlâdan utanırlar.

3- Ümmet arasında, Velî olmıyanlardan meydâna gelen âdet dışı şeylere de, “firâset” denir.

4- Âdet dışı şeyler, fâsıklardan, günâhı çok olanlardan zuhûr ederse, bunlara “istidrâc” denir ki, derece derece, kıymetlerini indirmek demekdir.

5- Kâfirlerden zuhûr edenlere ise “sihir”, ya’nî “büyü” denmektedir.

Resûlullah””ın (sallallahü aleyhi ve selem) mu’cizeleri binden fazla olup bâzıları şunlardır:

Mi’râc mu’cizesi, şakk-ı kamer (ayın ikiye bölünmesi) mu’cizesi, ölülerin diriltilmesi mu’cizesi, Kâbe-i muazzama içindeki putların mübârek parmağının işâreti ile yüz üstü düşmesi mu’cizesi, yaralılara ve hastalara şifâ verme mu’cizesi, mübârek parmaklarından su fışkırma mu’cizesi gibi. (Harputlu İshâk Efendi)

Bunlardan çok meşhûr olan bazı mu’cizelerini, kısaltarak şöyle ifâde edebiliriz:

1- “KURÂN-I KERÎM MU’CİZESİ”

Muhammed aleyhisselâmın mu’cizelerinin en büyüğü, şüphesiz ki “Kur””ân-ı Kerîm”dir. Bugüne kadar gelen bütün şâirler, edebiyâtçılar, Kur””ân-ı kerîmin nazmı ve mânası konusunda âciz ve hayrân kalmışlardır. Bir âyetin dahi benzerini söyliyememişlerdir. Îcâzı ve belâğati insan sözüne benzemiyor. Yâni, bir kelimesi çıkarılsa veya bir kelime eklense, lafzındaki ve mânasındaki güzellik bozuluyor. Bir kelimesinin yerine koymak için, başka kelime arayanlar bulamamışlardır. Nazmı, Arab şâirlerinin şiirlerine benzemiyor.

Geçmişte olmuş ve gelecekte olacak nice gizli şeyleri haber vermektedir. İşitenler ve okuyanlar, tadına doyamıyorlar. Yorulsalar da, usanmıyorlar. Onu okumanın veya dinlemenin, sıkıntıları giderdiği sayısız tecrübelerle anlaşılmıştır.

İşitenlerden kalblerine dehşet ve korku çökenler, bu sebebden ölenler bile görülmüştür. Nice azılı İslâm düşmanları, Kur””ân-ı kerîmi dinlemekle, kalbleri yumuşamış, îmâna gelmişlerdir.

İslâm düşmânlarından Kur””ân-ı kerîmi değiştirmeye, bozmaya ve benzerini söylemeye çalışanlar olmuş ise de hiçbiri, arzûlarına kavuşamamıştır. [Tevrât ve İncîl ise, maalesef insanlar tarafından her zaman değiştirilmiş ve şimdi de değiştirilmektedir.]

Kur””ân-ı Kerîm çok büyük ve pek kıymetli bir hazînedir:

Varlıkların başlangıcı ve sonu hakkında bilgiler, insanlara faydalı ve zararlı olan şeylerin hepsi, bütün ilimler ve tecrübe ile bulunamıyacak güzel şeyler, iyi ahlâk ve insanlara üstünlük sağlıyan meziyetler, dünya ve âhiret saâdetine kavuşturacak iyilikler, Kur””ân-ı kerîmde açıkça veya kapalı olarak bildirilmiştir.

Kapalı olanlarını, erbâbı anlayabilmektedir.

Semavî kitapların hepsinde, Tevrât, Zebûr ve İncîl’de bulunan ilimlerin ve esrârın hepsi, Kur””ân-ı kerîmde bildirilmiştir.

Kur””ân-ı kerîmde mevcût ilimlerin hepsini ancak Allahü teâlâ bilir. Çoğunu sevgili Peygamberine bildirmiştir. Hazret-i Alî ve Hazret-i Hüseyin (radıyallahü anhümâ) da, bu ilimlerden çoğunu bildiklerini haber vermişlerdir.

Kur””ân-ı kerîmi okumak çok büyük bir nîmettir. Allahü teâlâ, bu nîmeti Habîbinin ümmetine ihsân etmiştir. Melekler bu nîmetten mahrumdurlar. Bunun için, Kur””ân-ı kerîm okunan yere toplanıp dinlerler.

Bütün tefsîrler, Kur””ân-ı kerîmdeki ilimlerden ancak çok az bir kısmını bildirmektedirler. Kıyâmet günü, Muhammed aleyhisselâm minbere çıkıp Kur””ân-ı kerîmi okuyunca, dinleyenler bütün ilimlerini anlayacaklardır.

2- AYI İKİYE AYIRMASI

Muhammed aleyhisselâmın meşhûr mu’cizelerinin en büyüklerinden birisi de, ayı ikiye ayırmasıdır. Bu mu’cize, başka hiçbir Peygambere nasip olmamıştır. Muhammed aleyhisselâm, elliiki yaşında iken, Mekke’de Kureyş kâfirlerinin ele-başları yanına gelip, “peygamber isen, ayı ikiye ayır” dediler.

Muhammed aleyhisselâm, herkesin, hele akrabâsının ve tanıdıklarının îman etmelerini çok istiyordu.

Ellerini kaldırıp duâ etti. Allahü teâlâ, kabûl edip, ayı ikiye böldü. Yarısı bir dağın, diğer yarısı başka bir dağın üzerinde göründü. Kâfirler, “Muhammed bize sihir yaptı” dediler; îmân etmediler.

3- GAYBDAN HABER VERMESİ

Resûlullahın gaybdan haber verdiği çok görüldü.     Bu mu’cizesi üç kısmdır:

Birinci kısmı, kendi zamanından evvel olan ve kendisine sorulan şeylerdir ki, bunlara verdiği cevaplar, çok kâfirlerin, katı kalpli düşmanlarının îmana gelmelerine sebep olmuştur.

İkinci kısmı, kendi zamanında olmuş ve olacak şeyleri haber vermesidir.

Üçüncü kısmı, kendisinden sonra kıyâmete kadar dünyada ve âhirette olacak şeyleri bildirmesidir.

Şimdi burada ikinci ve üçüncü kısımlara dair birkaç misâl zikredelim:

a) İslâma dâvetin başlangıcında, Eshâb-ı kirâmın bir kısmı, müşriklerin eziyetlerinden, sıkıntılarından dolayı, Habeşistana hicret etmişlerdi.

Resûlullah, Mekke-i mükerremede kalan Eshâb-ı kirâmla berâber, üç sene boyunca, müslümanlardan başka bir kimse ile her türlü görüşme, alış-veriş yapma, konuşma gibi bütün ictimâî muâmelelerden men olundular.

Kureyş müşrikleri, bu karar ve ittifâklarını bildiren bir ahidnâme yazarak, Kâbe-i muazzamaya asmışlardı.

Her şeye kâdir olan Allahü teâlâ, “Arza” denilen bir çeşit kurdu [ağaç kurdunu] o vesikaya musallat etti. Yazılı bulunan “Bismike’llahümme = Allahü teâlânın ismi ile” ibâresinden başka, ne yazılı ise, hepsini o kurtcuk yedi, bitirdi.

Allahü teâlâ, bu hâli Cibrîl-i emîn vâsıtası ile Peygamberimize bildirdi. Peygamberimiz de bu hâli amcası Ebû Tâlib’e anlattı. Ertesi gün, Ebû Tâlib müşriklerin ileri gelenlerine giderek, “Muhammed’in Rabbi ona şöyle haber vermiş. Eğer söylediği doğru ise, bu hâli kaldırıp, eskiden olduğu gibi dolaşmalarına, başkaları ile görüşmelerine mani olmayınız. Eğer söylediği doğru değilse, ben de Onu artık himâye etmiyeceğim” dedi.

Kureyşin ileri gelenleri, bu teklîfi kabûl ettiler. Herkes toplanarak Kâbe’nin yanına geldiler. Ahidnâmeyi Kâbeden indirerek açtılar ve Resûlullahın buyurduğu gibi, “Bismikellahümme” ibâresinden başka, bütün yazıların yenilmiş olduğunu gördüler.

b) Acem pâdişâhı Hüsrev’den Medîne’ye elçiler geldi. Bir gün, bunları çağırıp, “Bu gece, Kisrânızı kendi oğlu öldürdü” buyurdu. [Îrân şâhlarına “Kisrâ” denir.] Bir müddet sonra, oğlunun babasını öldürdüğü haberi geldi.

c) Birgün, zevcesi Hz. Hafsa’ya, “Ebû Bekr ile baban(yani Hazret-i Ömer), ümmetimin idâresini ellerine alacaklardır” buyurdu. Bu sözle Hz. Ebû Bekr’in ve Hafsa’nın babası olan Hz. Ömer’in halîfe olacaklarını müjdeledi.

d) Ebû Hüreyre’yi Medîne’de, zekât olarak gelmiş olan hurmaların muhâfazasına memur etmişti. Bir kimseyi hurma çalarken yakaladı. “Seni, Resûlullah’a götüreceğim” dedi. Hırsız, “fakîrim, çoluğum-çocuğum çoktur” diyerek yalvarınca, bıraktı.

Ertesi gün, Resûlullah Ebû Hüreyre’yi çağırıp, “Dün gece bıraktığın adam ne yapmıştı?” dedi. Ebû Hüreyre anlatınca, “Seni aldatmış. Yine gelecektir” buyurdu.

Ertesi gece yine geldi ve yakalandı. Tekrar yalvarıp, “Allah aşkına bırak” dedi ve kurtuldu.

Üçüncü gece, tekrar gelip yakalanınca, yalvarmaları fayda vermedi. “Beni bırakırsan, birkaç şey öğretirim, sana çok faydası olur” dedi.

Ebû Hüreyre kabûl etti. “Gece yatarken, “Âyete’l-kürsî”yi okursan, Allahü teâlâ seni korur, yanına şeytân yaklaşamaz” dedi ve gitti.

Ertesi gün, Resûlullah, Ebû Hüreyre’ye tekrar sorup cevap alınca, “Şimdi doğru söylemiş. Hâlbuki kendisi çok yalancıdır. Üç gecedir kiminle konuştuğunu biliyor musun?” dedi.

“Hayır bilmiyorum” deyince, “O kimse şeytân idi” buyurdu.

e) Rum İmparatorunun orduları ile harp için “Mûte” denilen yere asker gönderdiğinde, sahâbeden dört emîrin arka arkaya şehit olduklarını, kendisi, Medîne’de minber üzerinde iken, Allahü teâlânın göstermesi ile görerek yanındakilere haber verdi.

f) Mu””az bin Cebel’i vâlî olarak Yemen’e gönderirken, Medînenin dışına kadar uğurlayıp ona çok nasihatlar verdi. “Seninle kıyâmete kadar artık buluşamayız” dedi.

Mu””az Yemen’de iken Resûlullah Medîne’de vefât etti.

g) Vefât ederken, kızı Fâtıma’ya, “Akrabâm arasında bana evvelâ kavuşan sen olacaksın” dedi. Altı ay sonra Fâtıma vefât etti. Akrabâsından ondan evvel kimse vefât etmedi.

ğ) Kays bin Şemmâs’a, “Güzel olarak yaşarsın ve şehit olarak ölürsün” buyurdu.

Hazret-i Ebû Bekir halîfe iken Yemâme’de Müseylemetü’l-Kezzâb ile yapılan muhârebede şehit oldu.

Hazret-i Ömer, Hazret-i Osman ve Hazret-i Alî’nin şehit olacaklarını dahî haber verdi.

h) Acem pâdişâhı Kisrâ’nın ve Rum pâdişâhı Kayser’in memleketlerinin müslümanların eline geçeceğini ve hazînelerinin Allah yolunda dağıtılacağını müjdeledi.

ı) Ümmetinden çok kimsenin denizden gazâya gideceklerini ve sahâbeden olan Ümmü Hirâm’ın o gazâda bulunacağını haber verdi.

Osman (radıyalllahü teâlâ anh) halîfe iken müslümanlar, gemilerle Kıbrıs adasına gidip harp ettiler. Bu hanım da berâber idi. Orada şehit oldu.

i) Resûl aleyhisselâm birgün yüksek bir yerde oturuyordu. Yanındakilere dönerek, “Benim gördüğümü siz de görüyor musunuz? Yemin ederim ki, evlerinizin arasında, sokaklarda meydana gelecek fitneleri görüyorum” buyurdu.

Hazret-i Osman’ın şehit edildiği günlerde ve sonra Yezîd zamanında, Medîne’de büyük fitneler meydana geldi. Sokaklarda çok kimselerin kanı döküldü.

j) Birgün, kendi zevcelerinden birinin halîfeye karşı isyân edeceğini haber verdi. Hazret-i Âişe bu söze gülünce, “Yâ Hümeyrâ! Bu sözümü unutma! Bu kadın sen olmayasın” buyurdu. Sonra, Hazret-i Ali’ye dönüp, “Bunun işi senin eline düşerse, kendisine yumuşak davran!” dedi.

Otuz sene sonra, Hazret-i Âişe, Hazret-i Ali ile harp etti ve ona esîr düştü. Hazret-i Ali, Onu ikrâm ve ihtirâm ile Basra’dan Medîne’ye gönderdi.

k) Hazret-i Muâviye’ye, “Birgün ümmetimin üzerine hâkim olursan, iyilik yapanlara mükâfât et! Kötülük edenleri de affeyle!” buyurdu.

Hz. Muâviye, Hazret-i Osman zamanında Şâm’da yirmi sene vâlîlik, sonra yirmi sene de halîfelik yaptı. [Muaviye, 60 [m. 680]’de Şâm’da vefât etti. ]

l) Birgün, “Muaviye hiç mağlup olmaz” buyurdu. Hazret-i Ali, Sıffîn muhârebesinde, bu hadisi işitince, “eğer önceden işitseydim, Muaviye ile harp etmezdim” dedi.

m) Ammâr bin Yâsir’e, “Seni bâğî, âsî olan kimseler öldürecektir” buyurdu. Hazret-i Ali ile birlikte, Hazret-i Muâviye’ye karşı harp ederken şehit oldu.

n) Kızı Fâtıma’nın oğlu Hasen için, “Bu oğlum çok hayırlıdır. Allahü teâlâ, bunu, müslümanlardan iki büyük ordunun sulh etmesine sebep yapacaktır” buyurdu. Büyük bir ordu ile Muâviye’ye karşı harp edeceği zaman, fitneyi önlemek, müslümanların kanının dökülmemesi için hakkı olan halîfeliği Muâviye’ye teslim etti.

o) Abdullah bin Zübeyr, Resûlullahın hacâmat edilirken çıkan kanını içti. Bunu görünce, “İnsanlardan, senin başına neler gelecek biliyor musun? Senden de insanlara çok şey gelecek. Cehennem ateşi seni yakmaz” buyurdu. Abdullah bin Zübeyr, Mekke’de halîfeliğini ilân edince, Abdülmelik bin Mervân, Şâm’dan Haccâc’ı büyük bir ordu ile Mekke’ye gönderdi. Abdullah’ı yakalayıp öldürdüler.

ö) Abdüllah ibn-i Abbâs’ın annesine bakıp, “Senin bir oğlun olacak. Doğduğu zaman bana getir!” dedi. Çocuğu getirdiklerinde, kulağına ezân ve ikâmet okuyup, mübârek tükürüğünden ağzına sürdü. İsmini Abdullah koyup annesinin kucağına verdi. “Halîfelerin babasını al, götür!” dedi.

Hazret-i Abbâs, bunu işitip, gelip sorunca, “Evet, böyle söyledim. Bu çocuk halîfelerin babasıdır. Onlar arasında seffâh, mehdî ve Îsâ aleyhisselâmla namaz kılan bir kimse bulunacaktır” dedi. Abbâsiyye devletinin başına çok halîfeler geldi. Bunların hepsi, Abdullah bin Abbâs’ın soyundan oldu.

4- ÖLÜLERİ DİRİLTMESİ

Îsâ aleyhisselâm gibi, Peygamberimiz de  bi-iznillah ölüleri diriltmiştir:

a) Birgün, bir köylüyü îmana dâvet etti. O da, “Müslüman bir komşumun vefât etmiş kızını diriltirsen, îman ederim” dedi. Bunun üzerine o kızın mezarına gittiler. İsmini söyleyerek kızı çağırdı. Kabir içinden ses işitildi ve kız dışarı çıktı.

Peygamberimiz ona, “Dünyaya gelmek ister misin?” buyurdu. “Yâ Resûlallah! Dünyaya gelmek istemem. Burada babamın evindekinden daha râhatım. Müslümanın âhireti, dünyâsından daha iyi” dedi. O köylü bunu görünce, hemen îmâna geldi.

b) Câbir bin Abdullah bir koyun pişirdi. Resûlullah, Eshâbı ile yidiler. “Kemiklerini kırmayınız!” buyurdu. Kemikleri toplayıp, mübârek ellerini üstüne koyup duâ etti. Allahü teâlâ koyunu diriltti.

5- HASTALARI İYİLEŞTİRMESİ

Birçok hastanın iyileşmesine vesile olmuştur:

a) Resûlullaha, büyüdüğü hâlde hiç konuşamayan bir çocuk getirdiler. “Ben kimim?” diye sordu. “Sen Resûlullahsın” diye cevap verdi. Bundan sonra ölünceye kadar konuştu.

b) Bir kimse, yılan yumurtasına basarak iki gözü görmez oldu. Resûlullaha getirdiler. Mübârek tükrüğünden gözlerine sürmekle görmeye başladı. Hattâ seksen yaşında olduğu halde, iğneye iplik geçirirdi.

c) Muhammed bin Hâtib diyor ki, küçük idim. Üstüme kaynar su döküldü. Vücûdum yandı. Babam, beni Resûlullaha götürdü. Mübârek elleri ile, tükrüğünü yanan yerlere sürdü ve duâ buyurdu. Hemen yanıklar iyi oldu.

d) Bir kadın, bir kel oğlunu getirdi. Resûlullah, mübârek elleri ile başını sıvadı. Şifâ buldu ve saçları uzamaya başladı.

e) Tirmizî ve Nesâî’nin “Sünen”lerinde deniliyor ki, iki gözü âmâ bir kimse gelip, yâ Resûlallah! Allahü teâlâya duâ et de, gözlerim açılsın dedi.

Ona: “Kusursuz bir abdest al! Sonra Yâ Rabbî! Sana yalvarıyorum. Sevgili Peygamberin Muhammed aleyhisselâmı araya koyarak, Senden istiyorum.

Ey çok sevdiğim Peygamberim Muhammed aleyhisselâm! Seni vesîle ederek, Rabbime yalvarıyorum. Senin hâtırın için kabûl etmesini istiyorum.

Yâ Rabbî! Bu yüce Peygamberi bana şefâatcı eyle! Onun hürmetine duâmı kabûl et!” duâsını okumasını söyledi.

Adam, abdest alıp duâ etti. Hemen gözleri açıldı. Bu duâyı müslümanlar, her zaman okumuşlar ve maksadlarına kavuşmuşlardır.

f) Uhud gazâsında Ebû Katâde’nin bir gözü çıkıp yanağı üzerine düştü. Resûlullaha getirdiler. Mübârek eli ile gözünü yerine koyup, “Yâ Rabbî! Gözünü güzel eyle!” dedi. Bu gözü, diğerinden güzel oldu. Ondan daha kuvvetli görürdü.

Ebû Katâde’nin torunlarından biri, Halîfe Ömer bin Abdülazîz’in yanına gelmişti. “Sen kimsin?” dedi. Bir beyit okuyarak, Resûlullahın mübârek eli ile gözünü yerine koymuş olduğu zâtın torunu olduğunu bildirdi. Halîfe, bu beyitleri işitince, kendisine ziyâde ikrâm ve ihsânda bulundu.

g) İyâs bin Seleme diyor ki: Hayber gazâsında, Resûlullah beni gönderip Ali’yi istedi. Alî’nin gözleri ağrıyordu. Elinden tutup, güçlükle getirdim. Mübârek parmaklarına tükürüp, Alî’nin gözlerine sürdü. Sancağı eline verip, Hayber kapısında döğüşmeye gönderdi. Çok zamandır açılamıyan kapıyı, Ali yerinden sökerek, Eshâb-ı kirâm kal””aya girdiler.

h) Utbe bin Firkad’in bedeninde “kurdeşen [Urtiker]” denilen hastalık çıktı. Resûl aleyhisselâm, onu soydu ve kendi mübârek ellerine tükürüp, elleriyle gövdesini sıvadı. Hasta şifâ buldu. Bedeni, misk gibi kokardı. Bu hâl, uzun zaman devam etti.

6- BİTKİLERİN ONUN EMRİNE İTÂAT ETMESİ

Bitkiler, onun emrine itâat etmişlerdir:

a) Birgün, kendisinden mu’cize isteyenlere karşı, uzaktaki bir ağacı çağırdı. Ağaç, köklerini sürüyerek gelip selâm verdi ve “Eşhedü en lâ ilâhe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdühû ve resûlüh” dedi. Sonra, gidip yerine dikildi.

b) Bir kâfir gelip, “Senin Peygamber olduğunu ben nereden bileyim?” dedi. Resûlullah, “Şu hurma ağacındaki salkımı çağırsam, o da gelse îman eder misin?” buyurdu.

Kâfir, “evet îman ederim” dedi. Resûlullah, hurma salkımını çağırdı, o da sıçrayarak geldi. Resûlullah, “Yerine git!” buyurdu. Salkım, tekrâr ağaçtaki yerine çıkıp asıldı. Bunu gören kâfir îman etti.

7- CANSIZ VARLIKLAR VE HAYVANLARLA KONUŞMASI

Resûlullah, Süleymân aleyhisselâm gibi bütün hayvanların dilinden anlardı. Resûlullah’a gelerek sâhibinden veya başkalarından şikâyet eden hayvânlar çok görüldü. O da bunu Eshâb-ı kirâma haber verirdi.

a) Huneyn gazâsında, binmiş olduğu “Düldül” ismindeki ak katıra “Yere çök” dedi. Düldül, hemen çökünce, yerden bir avuç kum alıp, kâfirlerin üzerine saçtı.

Cansız varlıklar ve bazı hayvanlar kendisiyle konuşmuşlardır:

b) Muhammed aleyhisselâm bir çayırda giderken, üç kere, “yâ Resûlallah!” sesini işitti. O tarafa bakıp, bağlı bir geyik gördü. Yanında bir adam uyuyordu. Geyiğe ne istediğini sordu. O da, “Bu avcı beni avladı. Karşıki tepede iki yavrum var. Beni salıver! Gidip, onları emzirip geleyim” dedi.

Resûl aleyhisselâm, “Sözünü tutar mısın, gelir misin?” dedi. “Allahü teâlâ için söz veriyorum, gelmezsem Allahü teâlânın azâbı benim üzerime olsun” dedi. Resûlullah, geyiği bıraktı. Biraz sonra geldi. Resûlullah onu bağladı.

Adam uyanıp, “Yâ Resûlallah, bir emrin mi var?” dedi. “Bu geyiği âzâd et!” buyurdu. Adam geyiğin ipini çözüp bıraktı. Geyik sevincinden iki ayağını yere vurup, “Eşhedü en lâ ilâhe illallah ve enneke Resûlullah” dedi ve gitti.

c) Birgün, elinde put bulunan bir kimseye, “Put benimle konuşursa, bana bir şeyler söylerse, îman eder misin?” dedi. Adam: “Ben buna elli senedir ibâdet ediyorum. Bana bugüne kadar hiçbir şey söylemedi. Sana nasıl söyler?” dedi.

Muhammed aleyhisselâm, “Ey put ben kimim?” deyince, “Sen Allahın Peygamberisin” sesi işitildi. Bunun üzerine putun sahibi, hemen îmâna geldi.

d) Mekkede birkaç kurt, bir sürüden bir koyun kapıp götürüyorladı. Çoban onlara hücûm edip, koyunu kurtardığında, kurtlardan birisi, “Allahü teâlânın gönderdiği rızkımızı elimizden alırken, Allahü teâlâdan korkmadın mı?” dedi.

Çoban, “Çok şaşırdım, kurt konuşur mu?” deyince, kurt, “Bundan daha şaşılacak şeyi haber vereyim mi? Medînede Allahü teâlânın Peygamberi olan Muhammed mu’cizeler gösteriyor” dedi. Çoban gelip bunu Resûlullaha anlattı ve müslüman oldu.

Böyle mu’cizeler çok görülmüş ve haber verilmiştir.

e) Eline aldığı çakıl taşlarının ve tuttuğu yemek parçalarının arı sesi gibi, Allahü teâlâyı tesbîh ettikleri çok görülmüştür.

f) Hayber gazâsında, önüne zehirlenmiş koyun kebâbı koyduklarında, “Yâ Resûlallah! Beni yeme, ben zehirliyim” sesi işitildi.

g) Duvarlar, onun duâsına “âmîn” demiş, hurma kütüğü, onun hasretiyle ağlamıştır:

Birgün amcası Abbâsın evine gidip, onu ve evladını yanına oturtup, üzerlerini ihrâmı ile örterek, “Yâ Rabbî! Bu benim amcam ve babamın kardeşidir. Bunlar da benim Ehl-i Beyt’imdir. Şu örtümle onları örttüğüm gibi, Sen de Cehennem ateşinden kendilerini ört, koru!” buyurdu. Duvarlardan üç kere “âmîn” sesi işitildi.

h) Medînede, Mescid-i Nebevî’de dikili bir hurma kütüğü vardı. Resûlullah hutbe okurken, bu direğe dayanırdı. Buna “Hannâne” denirdi. Minber yapılınca, Hannâne’nin yanına gitmez oldu. Ondan gelen ağlama seslerini, bütün cemâat işittiler. Minberden inip, Hannâne’ye sarıldı; sesi kesildi. “Eğer sarılmasaydım, benim ayrılığımdan kıyâmete kadar ağlardı” buyurdu.

8- BELÂLARDAN KORUNMASI

Allahü teâlâ, Habîbini belâlardan korurdu:

a) Ebû Cehil, Resûlullahın en büyük düşmanı idi. Büyük bir taşı, mübârek başına vurmak için kaldırdığında, Resûlullahın iki omuzunda birer yılan görerek taş elinden düştü ve kaçtı.

b) Kâbe-i muazzama yanında namaz kılarken, yine Ebû Cehil, tam zamanıdır diyerek, bıçakla üzerine yürümek isterken, hemen geri dönüp kaçtı. Arkadaşları, “niçin korktun?” dediklerinde, Muhammed ile aramızda ateş dolu bir hendek gördüm. Birçok kimse beni bekliyorlardı. Bir adım atsaydım, yakalayıp ateşe atacaklardı.

Bunu müslümanlar işitip, Resûlullaha sorduklarında, “Allahü teâlânın melekleri, onu yakalayıp parçalayacaklardı” buyurdu.

c) Hicretin üçüncü senesinde, Resûl aleyhisselâm “Katafân” gazvesinde, bir ağaç dibinde yalnız yatarken, Da”’’sûr isminde kâfir bir pehlivan, elinde kılınçla gelip, “seni benden kim kurtarır?” dedi.

Resûlullah, “Allah kurtarır” dedi. O esnâda Cebrâîl ismindeki melek, insan şeklinde görünüp, kâfirin göğsüne vurdu. Yıkılıp kılınç elinden düştü.

Bu defa Resûl aleyhisselâm, kılıncı eline alıp, “Seni benden kim kurtarır?” dedi. “Beni kurtaracak, senden daha hayırlı kimse yoktur” diye yalvardı. Af buyurup, serbest bıraktı. Îmana gelip, birçok kimsenin de îmana gelmesine sebep oldu.

d)Hicretin dördüncü senesinde, “Benî Nadir”de, Resûlullah, yahudilerin kale duvarları altında Eshâbı ile konuşurken, bir yahûdî büyük bir değirmen taşını yukarıdan atmak istedi. Taşa elini uzatınca, iki eli çolak oldu.

e) Hicretin dokuzuncu senesinde uzaklardan akın akın gelip îman ediyorlardı. Âmir ile Erbed isminde iki kâfir, gelenler arasına katılıp, Âmir, Resûlullaha îman etmek için geldiklerini söylerken, Erbed arkaya geçip kılıncını kınından çıkarmak istedi. Eli tutmaz oldu.

Âmir, karşıdan, “ne duruyorsun?” diye işaret edince, Resûl aleyhisselâm, “Allahü teâlâ, ikinizin zararından beni korudu” buyurdu.

Oradan ayrıldıklarında, Âmir, Erbed’e, “niçin sözünde durmadın?” dedi. O da, “ne yapayım ki, kaç kere kılıncı çekmek istedim. Hep seni ikimizin arasında gördüm” dedi.

Birkaç gün sonra hava açıkken, ansızın ortalığı bulutlar kapladı. Erbed’e yıldırım düşerek devesi ile birlikte öldü.

f) Kureyş kâfirlerinden Velîd bin Muğîre, Âs bin Vâil, Hâris bin Kays, Esved bin Yağûs ve Esved bin Muttalib, Resûlullaha ezâ ve cefâ etmekte başkalarından ileri gidiyorlardı. Cebrâîl aleyhisselâm gelip, “Seninle alay edenlere cezâlarını veririz… “ meâlindeki Hicr sûresinin 95.  âyetini getirip, Velîd’in ayağına, ikincisinin ökçesine, üçüncüsünün burnuna, dördüncüsünün başına, beşincisinin gözlerine işaret etti.

Velîd’in ayağına bir ok battı. Çok kibirli olduğundan, eğilerek oku çıkarıp atmak, kendine ağır geldi. Demiri topuk damarına batıp, siyatik hastalığına yakalandı.

Âs””ın ökçesine diken battı. Tulum gibi şişti.

Hâris’in burnundan devamlı kan geldi.

Esved bir ağaç altında neşeli otururken, kafasını ağaca vurup, diğer Esved de, âmâ olup, hepsi helâk oldular.

g) Resûl aleyhisselâm, birgün abdest alıp, mestlerinden birini giyip, ikincisine elini uzatırken, bir kuş geldi. Bu mesti kapıp havada silkti. İçinden bir yılan düştü. Sonra kuş mesti yere bıraktı.

Bugünden sonra, ayakkabı giyerken, önce silkelemek sünnet oldu.

h) Resûl aleyhisselâm gazâlarda ve çöllerde, kendini muhâfaza için Eshâbından bekçiler görevlendirmişti.

Mâide sûresindeki, “Allah seni insanların zararından korur” meâlindeki 67.  âyet-i kerîme gelince, bundan vazgeçti. Düşmanlar arasında yalnız dolaşır, yalnız yatar, hiç korkmazdı.

i) Sahâbeden Hubeyb bin Adiy’i, kâfirler yakalayıp Mekke’ye götürdüler. İdam ettiler. Kâfirler görsün de sevinsinler diyerek sehbâdan indirmediler. Kırk gün sehbâda kaldı. Bedeni çürüyüp, kokmadı. Hep taze kan aktı.

Resûlullah, bunu haber alarak, onun cesedini getirmek üzere, Zübeyr bin Avvâm ve Mikdâd bin Esved’i gönderip gece ağaçtan aldılar. Medîne’ye getirirken, arkalarından yetmiş atlı yetiştiler.

Bu iki müslüman, kendilerini korumak için Hubeyb’i yere bıraktılar. Yer yarılıp Hubeyb gayb oldu. Kâfirler bu hâli görüp, döndüler, gittiler.

j) Resûlullahın zevcelerinden Ümmü Seleme’nin âzâd ettiği Sefîne ismindeki sahâbî, Resûlullahın hizmetinden hiç ayrılmazdı. Rumlara karşı yapılan gazâda askerden ayrılıp kâfirlere esîr düştü. Kaçıp gelirken karşısına korkunç bir arslan çıktı.

“Ben, Resûlullahın hizmetçisiyim” deyip başından geçenleri arslana anlattı. Arslan, buna yüzünü gözünü sürüp, yanında yürüdü. Düşmandan bir zarar gelmesin diye yanından ayrılmadı. İslâm askeri görülünce, dönüp gitti.

k) Sahâbenin büyüklerinden Zeyd bin Hârise, uzak bir yere gidiyordu. Kira ile tuttuğu katırcısı, tenhâ bir yerde bunu öldürmek istedi. Zeyd bin Hârise, izin isteyip iki rekât namaz kıldı. Sonra üç kere “Yâ Erhame’r-râhimîn” dedi. Her birini söylerken “onu öldürme” sesi geldi.

Katırcı, dışarıda adam var sanarak, dışarı çıkıp içeri girdi. Üçüncüsünde, elinde kılınç bulunan bir süvâri içeri girip katırcıyı öldürdü.

Sonra bu süvârî, Zeyd’e dönerek, sen “Yâ Erhame’r-râhimîn duâsına başlarken, ben yedinci kat gökte idim. İkincisini söylerken birinci göğe yetiştim. Üçüncüsünde yanınıza geldim” dedi. Bunun, melek olduğunu anladı.

l) Resûl aleyhisselâm, namaz kılarken şeytan gelip namazını bozmak istediğinde, mübârek elleri ile yakaladı. Bir daha gelip namazı bozdurmıyacağına dâir ondan söz alıp serbest bıraktı.

9- DUÂLARININ KABÛL OLMASI

Peygamber Efendimiz, “Her Peygamberin duâsı kabûl olur. Her Peygamber, ümmeti için dünyâda duâ etti. Ben ise, kıyâmet günü, ümmetime şefâat izni verilmesi için duâ ediyorum. İnşâallah duâm kabûl olacak. Müşrik olmayanların hepsine şefâat edeceğim” buyurdu.

Eshâbından çok kimseye hayır duâlar etmiş, hepsi kabûl olunarak faydalarını görmüşlerdir.

a) Hazret-i Ali (radıyallahü anh) diyor ki, “Resûlullah, beni Yemen’e kâdı [Hâkim] olarak göndermek istedi. Yâ Resûlallah! Ben kâdılık yapmasını bilmiyorum” dedim.

Mübârek elini göğsüme koyup, “Yâ Rabbî! Bunun kalbine doğru şeyleri bildir. Hep doğru söylemek nasip eyle!” buyurdu.

Bundan sonra bana gelen şikâyetçilerden doğru olanı hemen anlar, hak üzere hükmederdim.

b) Resûlullahın, Cennete gideceklerini müjdelediği on kimseye “Aşere-i mübeşşere” denir. Bunlardan Sa””d bin Ebî Vakkâs’a, Uhud gazâsında, “Yâ Rabbî! Bunun oklarını hedeflerine ulaştır ve duâlarını kabûl eyle!” diye duâ etti. Bundan sonra Sa””d’ın her duâsı kabûl oldu ve her attığı ok düşmana isâbet etti.

c) Amcasının oğlu Abdullah bin Abbâs’ın alnına mübârek ellerini koyup, “Yâ Rabbî! Bunu dinde derin âlim yap, hikmet sahibi eyle! Kur””ân-ı kerîmin bilgilerini kendisine ihsân eyle!” buyurdu. Bundan sonra, bütün ilimlerde ve bilhâssa tefsîr, hadis ve fıkıh bilgilerinde zamanının bir dânesi oldu.

Sahâbe ve Tâbiîn herşeyi bundan öğrenirlerdi. “Tercümânü’l-Kur””an”, “Bahrü’l-ilm” ve “Reîsü’l-Müfessirîn” isimleriyle meşhûr oldu. İslâm memleketleri bunun talebeleri ile doldu.

d) Hizmetçilerinden Enes bin Mâlik’e, “Yâ Rabbî! Bunun malını ve çocuklarını çok eyle. Ömrünü uzun eyle, Günahlarını affeyle!” duâsını yaptı. Zaman geçtikçe, malları, mülkleri çoğaldı. Ağaçları, bağları her sene meyve verdi. Yüzden ziyâde çocuğu oldu. Yüzon sene yaşadı. Ömrünün sonunda, “Yâ Rabbî! Habîbinin benim için yaptığı duâlardan üçünü kabûl ettin, ihsân ettin! Dördüncüsü olan günahlarımın affedilmesi acaba nasıl olacak?” deyince, “Dördüncüsünü de kabûl ettim. Hâtırını hoş tut!” sesini işitti.

e) Mâlik bin Rebî””a’ya “Evlâdın bereketli olsun!” diyerek duâ buyurdu. Seksen oğlu oldu.

f) Nâbiğa ismindeki meşhûr şâir, şiirlerinden birkaçını okuyunca, Arablar arasında meşhûr olan “Allahü teâlâ dişlerini dökmesin” duâsını söyledi. Nâbiğa yüz yaşına gelmişti. Dişleri ak ve berrâk, inci gibi dizilmiş dururdu.

g) Urve için, “Yâ Rabbî! Bunun ticâretine bereket ver!” buyurdu.

Urve diyor ki, bundan sonra yaptığım ticâretlerin hepsi kârlı oldu. Hiç zarar etmedim.

h) Kendi kızı Fâtıma, birgün yanına geldi. Açlıktan benzi sararmıştı. Elini onun göğsüne koyup, “Ey açları doyuran Rabbim! Muhammed’in kızı Fâtıma’yı aç bırakma!” buyurdu. Fâtıma’nın hemen yüzü kanlandı, canlandı. Ölünceye kadar hiç açlık duymadı.

i) Aşere-i mübeşşereden Abdurrahmân bin Avf’a bereket ile duâ etti. Malı o kadar çoğaldı ki, dillerde destân oldu.

j) Mekke’de bazı köylere gidip îman etmeleri için çok uğraştı. Kabûl etmediler.

Yûsüf Peygamber zamanında Mısır’da görülen kıtlık gibi sıkıntı çekmeleri için duâ etti. O sene oralarda öyle kıtlık oldu ki, leş yediler.

k) Amcası Ebû Leheb’in oğlu Uteybe, Resûlullahın dâmâdı olduğu hâlde, Resûlullaha îman etmedi ve O serveri çok üzdü. Mübârek kızı Ümmü Gülsüm hâtunu boşadı. Çirkin şeyler söyledi.

Buna çok üzülüp, “Yâ Rabbî! Buna köpeklerinden birini musallat eyle!” buyurdu.

Uteybe, Şam’a ticâret için giderken bir gece arkadaşlarının arasında yatıyordu. Bir arslan gelip arkadaşlarını koklayıp bıraktı. Sıra Uteybe’ye gelince, onu kaptı ve parçaladı.

l) Bir kimse, sol eliyle yemek yiyordu. “Sağ el ile ye!” buyurdu. “Sağ kolum hareket etmiyor” diyerek yalan söyledi.

“Sağ elin artık hareket etmesin!” buyurdu. Ölünceye kadar sağ elini ağzına götüremez oldu.

m) Acem pâdişâhı Hüsrev Pervîz’e, îman etmesi için mektûb gönderdi. Bu Hüsrev, mektûbu parçaladı ve getiren elçiyi şehit eyledi.

Resûl aleyhisselâm bunu işitince, çok üzüldü ve “Yâ Rabbî! Benim mektûbumu parçaladığı gibi, onun mülkünü parçala!” buyurdu.

Resûlullah hayatta iken, Hüsrev’i oğlu Şîreveyh hançerle parçaladı.

Hazret-i Ömer halîfe iken de, acem memleketinin tamamını müslümanlar feth edip, Hüsrev’in nesli de, mülkü de kalmadı.

n) Resûl aleyhisselâm, çarşıda emr-i mâruf ve nehy-i münker ederken, nasihat verirken, Mervân’ın babası olan Hakem bin Âs ismindeki kişi, Resûlullahın arkasından gelerek, gözlerini açıp kapar ve yüzünü buruşturur, böylece onunla alay ederdi.

Resûl aleyhisselâm, arkaya dönüp, onun bu çirkin hâlini görünce, “Kendini gösterdiğin şekilde kal!” buyurdu. Ölünceye kadar, yüzü gözü oynak kaldı.

o) Cehcâh-i Gaffârî isminde birisi, halîfe Osmân’a isyân etti. Onun her zaman elinde taşıdığı, Resûlullahın asâsını da dizi ile kırdı. Bir sene sonra, dizinde Şîr-pençe [Anthrax] hastalığı hâsıl olarak ölümüne sebep oldu.

ö) “Bi””r-i Ma””ûne” denilen muhârebede kâfirler verdikleri sözü bozarak yetmiş Sahâbeyi şehit ettiler. Bunlar arasında, Hz. Ebû Bekrin kölesi iken âzâd ettiği ve ilk îmân edenlerden Âmir bin Füheyre’yi süngülediklerinde, kâfirlerin gözü önünde, melekler onu göğe kaldırdılar.

Bunu, Resûlullaha haber verdiklerinde, “Onu Cennet melekleri defnettiler ve ruhu Cennete çıkarıldı” buyurdu.

p) Sa””d bin Muâz, Uhud gazâsında yaralandı. Bir zaman sonra vefât etti. Namazında yetmişbin meleğin bulunduğunu Resûlullah haber verdi. Kabri kazılırken, her tarafa misk kokusu yayıldı.

r) Devs kabîlesinin reîsi Tufeyl, hicretten önce, Mekke’de îmâna gelmişti. Kavmini îmâna dâvet için Resûlullahdan bir alâmet istedi.

“Yâ Rabbî! Buna bir âyet ihsân eyle” buyurdu. Tufeyl, kabîlesine gidince, iki kaşı arasında bir nûr parladı. Tufeyl, “yâ Rabbî! Bu alâmeti yüzümden giderip başka yerime koy. Bunu yüzümde görenlerden bazısı, kendi dinlerinden çıktığım için cezâlandırıldığımı zannederler” dedi. Duâsı kabûl olup, nûr yüzünden gitti. Elindeki kamçının ucunda kandil gibi parladı. Kabîlesindekiler zamanla îmana geldiler.

10- DUÂSIYLA BEREKET MEYDÂNA GELMESİ

Duâsıyla bereket meydâna gelmiştir:

a) Câbir bin Abdullah diyor ki, çok borcum vardı. Resûlullaha haber verdim. Bahçeme gelip, hurma yığınının etrâfında üç kere dolaştı. “Alacaklılarını çağır, gelsinler!” buyurdu. Her birine hakları verildi. Yığından birşey eksilmedi.

b) Ebû Hüreyre diyor ki, “Resûlullaha birkaç hurma getirdim. Bunlara bereket verilmesi için duâ etmesini söyledim.” Bereketli olmaları için duâ buyurdu ve, “Bunları al, kabına koy. Ondan almak istediğin zaman elinle içinden al, onları boşaltıp saçma” buyurdu.

“Hurmaların bulunduğu çantamı gece gündüz yanımdan ayırmayıp, Hazret-i Osman zamanına kadar hep yedim. Yanımdakilere de yedirdim ve avuç doluları sadaka verdim. Hz. Osmanın şehit olduğu gün çantam zâyi”” oldu.”

c) Medînede, minberde hutbe okurken, bir kimse, “yâ Resûlallah! Susuzluktan çocuklarımız, hayvanlarımız, tarlalarımız helâk oluyor. İmdâdımıza yetiş” dedi.

Ellerini kaldırıp, duâ eyledi. Gökte hiç bulut yokken, mübârek ellerini yüzüne sürmeden, bulutlar toplandı. Hemen yağmur başladı. Birkaç gün devam etti.

Yine minberde hutbe okurken, o kimse, “yâ Resûlallah! Yağmurdan helâk olacağız” deyince, Resûl aleyhisselâm, tebessüm etti ve “Yâ Rabbî! Rahmetini başka kullarına da ihsân eyle!” buyurdu. Bulutlar açılıp, güneş göründü.

d) Bir kadın, hediye olarak bal gönderdi. Balı kabûl edip, boş kabı geri gönderdi. Kap bal ile dolu olarak geri geldi. Kadın gelerek, “yâ Resûlallah! Hediyemi niçin kabûl etmediniz? Acaba günahım nedir?” dedi.

“Senin hediyeni kabûl ettik. Gördüğün bal, Allahü teâlânın hediyene verdiği berekettir” dedi. Kadın, çocukları ile aylarca yediler. Hiç eksilmedi. Birgün yanılarak balı başka bir kaba koydular. Oradan yiyerek bitirdiler.

Bunu, Resûlullaha haber verdiler. “Gönderdiğim kapta kalsaydı, dünya durdukca yerlerdi, hiç eksilmezdi” buyurdu.

e) Selmân-ı Fârisî, hak dini aramak için, Îrân’dan çıkıp çeşitli memleketleri dolaşmaya başladı. Benî Kelb kabîlesinden bir kervân ile Arabistân’a gelirken “Vâdi’l-kurâ” denilen mevkide hâinlik edip bir yahûdîye köle diye sattılar. Bu da, akrabâsı, Medîne’li bir yahûdîye köle olarak sattı.

Hicrette Resûlullahın Medîne’ye teşrîflerini işitince, çok sevindi. Çünkü, kendisi nasrânî âlimi idi. En son rehberi büyük bir âlimin tavsiyesi ile, âhir zaman Peygamberine îman etmek için Arabistân’a gelmişti. O âlim, Resûlullahın vasıflarını öğretmiş, Onun hediye kabûl edip, sadaka kabûl etmediğini, iki omuzu arasında mühr-i nübüvvet olduğunu ve pek çok mu’cizeleri olduğunu Selmân’a bildirmişti.

Selmân-ı Fârisî, Resûlullaha “sadakadır” diyerek hurma getirdi. Resûlullah onlardan hiç yemedi. “Hediyedir” diye bir tabakta yirmibeş kadar hurma getirdi. Resûlullah ondan yedi. Bütün Eshâb-ı kirâm da yediler. Yenilen hurma çekirdekleri bin kadardı. Resûlullahın bu mu’cizesini de gördü.

Ertesi gün bir cenâze defninde mühr-i nübüvveti görmek arzu etti. Resûlullah, bunu anlayıp mübârek gömleğini sıyırarak mühr-i nübüvveti gösterdi. Selmân hemen îmana geldi.

Birkaç sene sonra 300 hurma ağacı ile binaltıyüz dirhem altın ödemek şartı ile âzâd edilmesine söz kesildi. Resûlullah bunu işitti. Mübârek elleri ile ikiyüzdoksandokuz hurma ağacı dikti. Ağaçlar o sene meyve vermeye başladı. Birini Hz. Ömer dikmişti. Bu ağaç meyve vermedi. Resûlullah, bunu çıkarıp mübârek elleri ile tekrar dikti. Bu da hemen meyve verdi.

Bir gazâda, ganîmet alınan, yumurta kadar altını Hz. Selmân’a verdiler. Resûlullaha gelip, “bu gâyet azdır. Binaltıyüz gram çekmez” dedi. Mübârek ellerine alıp tekrar Selmân’a verdi. “Bunu sâhibine götür” dedi. Yarısı ile efendisine olan borcunu ödedi. Yarısı da, Selmân’a kaldı.

11- SUYUN BEREKETLENMESİ

Su ile ilgili mu’cizeleri var:

a) Muhammed aleyhisselâm, bazı gazâlarında, susuz kalındığı zaman, mübârek elini bir kaptaki suya sokmuş, parmakları arasından su akarak, suyun bulunduğu kap devamlı taşmıştır.

Bâzan seksen, bâzan üçyüz, bâzan binbeşyüz, Tebük Gazâsında ise, otuz veya yetmiş bin kimsenin hepsi ve hayvanları, bu sudan içmişler ve kullanmışlardır. Mübârek elini sudan çıkarınca akması durmuştur.

b) Ebû Tâlib ile bir çölde gidiyordu. Ebû Tâlib, çok susadığını söyledi. Resûlullah, hayvandan yere inip, “Susadın mı?” buyurdu ve mübârek ayaklarının ökçesini yere vurdu. Su fışkırdı. “Amcam, bu sudan iç!” buyurdu.

c) Hudeybiye gazâsında, susuz bir kuyunun yanına kondular. Asker susuzluktan şikâyet ettiler. Bir kova su istedi, içinden abdest aldı ve ağız suyundan içine koyup, bunu kuyuya döktürdü. Bir ok alıp, kuyuya attı. Kuyunun ağzına kadar su ile dolduğunu gördüler.

d) Bir gazâda, asker susuzluktan şikâyet etti. Resûl aleyhisselâm, iki askeri su aramaya gönderdi. İki kırba dolusu su ile deve üstünde bir kadını gördüler, getirdiler. Resûl aleyhisselâm, kadından bir miktâr su istedi. Bir kap içine döktürdü. Bütün asker gelip, sıra ile kaplarını, tulumlarını doldurdular. Kadına bir miktâr hurma verip su tulumlarını da doldurdular. “Senin suyundan eksiltmedik. Bize suyu Allahü teâlâ verdi” buyurdu.

e) Bir kuyunun suyunu kova içinden içip kalanını kuyuya döktüler. Kuyudan her zaman misk kokusu çıkardı.

12- MUHTELİF MU’CİZELERİ

a) Resûlullah, Hicretin yedinci senesinde, Habeş pâdişâhı Necâşî’ye, Rum imparatoru Herakliyus’a, Acem pâdişâhı Husrev’e, Bizansın Mısır’daki vâlîsi Mukavkıs’a ve Şâmdaki vâlîsi Hâris’e ve Ummân Sultânı Sümâme’ye mektûblar göndererek, hepsini îmâna dâvet etti.

Mektûbları götüren elçiler, gittikleri yerin dillerini bilmiyorlardı. Ertesi sabah, o dillerle konuşmaya ve söylemeye başladılar.

b) Medînede, Benî Neccâr kabîlesinden hüsn-i cemâl sâhibi bir kadın vardı. Bir cinnî buna âşık olup, dâimâ gelirdi. Resûl aleyhisselâm Medîne’ye geldikten sonra, birgün bu cinnî, kadının evinin önündeki duvarda otururken, kadın onu tanıdı. “Niçin bana gelmez oldun?” dedi. Cin, “Allahü teâlânın Peygamberi zinâyı ve bütün harâmları yasak etti” dedi.

c) Enes bin Mâlik’te, Resûlullahın bir mendili vardı. Bununla mübârek yüzünü silmişti. Enes, bununla yüzünü siler, kirlendiği zaman, ateşe bırakırdı. Kirler yanıp, mendil yanmaz, tertemiz olurdu.

d) Medîne’deki münâfıkların reîsi olan Abdullah bin Übey bin Selûl, öleceğine yakın Resûlullahı çağırdı. “Arkanızdaki gömleği bana kefen yapınız” diye yalvardı. Her istenileni vermek âdeti olduğu için, gömleğini ihsân eyledi. Cenâze namazını dahî kıldı. Medîne’de bulunan bin münâfık, Resûlullahın bu ihsânına hayrân kalıp, hepsi îmana geldiler.

e) Hz. Muâviye, Şâm’dan hacca gelip, Resûlullahın Medîne’deki minber-i şerifini, bereketlenmek için Şâm’a götürmek istedi. Minberi yerinden oynattıklarında, güneş tutuldu. Her taraf kararıp, yıldızlar göründü. Bu arzûsundan vazgeçti.

alıntıdır (Prof.Dr.Ramazan Ayvalı)

Etiketler:

Malasef Yorumlar Kapalı.