Kategoriler
Tavsiye Siteler
Son Yazılar
Son yorumlar
13 yıl önce tarafından yazıldı, 2.041 kez okundu ve hakkında yoruma kapatıldı.

İMAM-I RABBANİ HAZRETLERİ VE SEYRİ SÜLÜK

Üstün namı şöyledir:

Maden-i ekarim’is-selefi vel-halef haiz’ül-mehamidi vel-mekârimi veş-şeref el âlim’ür-rabbani vel-kâmilüs-semadanî dürretü iklil’il-evliyail-müntahabin ve gurret-i cebin’il-asfiyail-garril-muhaccelin ellezi teşerrefe hazel-asri bivücudihi vebteseme sağr’üd-dehri biefdalihi ve cudihi el-mürşid’ül-kâmilül-mükemmel vel-münkız’ül-muhavvif’ül-müenımil daiy’ül-halkı hil-Hakkı il’el-Hakk ve hüvel-kutb’ül-evhad vel-alem’ül-müferred’ül-emced el-mahbub’üs-sübhanî vel-imam’ür-rabbani müceddid’ül-elf’is-sani seyyidüna ve mevlâna eş-şeyh Ahmed el-Ömerî el-Faruki neseben, el-hanifi meşreben, el hanefî mezheben, en-nakşibendî tarikaten, es-serhendî mevliden.

* * *

İmam-ı Rabbani Hz. nin bu üstün namını dilimize şöyle çevirebiliriz:

Geçmişte yaşayan; onlar göçünce yerlerini dolduran, en keremli zatlara kaynak, şeref, övgü ve ikramlara lâyık, rabbani âlim, semadani kâmil, seçilmiş evliyanın taçlarında inci, belli aydınlıkları ile bilinen asfiya zatların alın akı, öyle bir zat ki, zaman onun varlığıyla şerefyab oldu, fazlı ve cömertliği ile asrın tebessüm dişleri göründü, kâmil mükemmel mürşid, çekindiren, korkutan, ümitlendiren, halkı Hakkın gücüyle Hakka davet eden, tek kutup, yekta bilgin, sübhanî mahbub, İMAM-I RABBANİ MÜCEDDİD-İ ELF-İ SANİ, efendimiz ŞEYH AHMED ÖMERÎ FARUKÎ nesebi, hanifî meşrebi, Hanefi mezhebi, Nakşibendî tarikatı, Serhend doğum yeri.

İmam-ı Masum Hz. nin hadimi, Lahor’lu Şerafeddin Abbasi’nin oğlu Muhammed Bakır, KENZ’ÜL – HÎDAYAT adlı eserinde şöyle anlattı:

İmam-ı Rabbani Hz. aşura günü, Serhend’de doğdu. Hicrî yıl: 971 (M. 1563) idi.

Serhend, Hindistan’ın Lahor şehrine bağlı bir yerdir.

İlmin tümünü, makulünü ve menkulünü: Babası Mevlâna Şeyh Abdülahad’dan aldı. Onun dışında, zamanın tahkik ehli zatlarından dahi ders aldı.

Kadiri, Sühreverdî ve Çeştî tarikatının üçüne de pederi vasıtası ile girdi; çalıştı.

Pederi, kendisine her üç tarikatta irşad izni verdi; halife yaptı. Bu sırada yaşı: ON YEDİ idi.

Fakat, Özünü bir başka duygu kaplamıştı: Nakşibendî tarikatı bağlılığının özünü öğrenmek istiyordu. Bunu istemesi, sair tarikatlara nazaran faziletine inanmasıydı. Diğer tarikatlara nazaran, bu tarikata bağlı olmayı daha üstün sayıyordu.

Ancak, bu hevesi içinde; ilim babında neşrini yapıyor; salikleri terbiye ediyor; müridlere yol gösteriyor; candan talipleri irşad ediyordu. Zahirî meşguliyeti hep bunlardı. Ama, özünde Nakşibendî tarikatının özüne girmek istiyordu.

Yukarıda anlatılan sebeple: Ârif-i Kebir Mürşid-i Münir Mevlâna Hace Muhammed Baki ile buluştu. Bu zatı, şeyhi İmam-ı Şehir, Hümam-ı Nihrir Mevlâna Hace Emkinegi Buhara’dan Hindistan’a yollamıştı. Sebebi: İmam-ı Rabbani Hz.ni yetiştirmesi idi.

İmam-ı Rabbani Hz. ondan Nakşibendî tarikatını aldı. O yolda devam etti. İki ay bir hafta kadar az süre içinde arzu edilene erdi.

O kadar ilerledi ki: Muradiyet, mahbubiyet, kemal ve tekmil makamlarını, şeyhi onda müşahede etti. Müridlerinin irşad işini ona bıraktığı gibi, kendi özü için dahi ondan fayda taleb etti; onun Hakkında şöyle dedi:

— O, kutb-u azamdır.

İrşad, kulların hidayeti için makamına oturdu; hem uzağa hem yakma faydalı oldu.

Niçin böyle olmasın ki, Resulûllah S.A. onun geleceğini haber verip şöyle buyurdu:

— «Ümmetim içinde bir erkek gelecektir; ona:

— SILA.

Denir. Niceleri onun şefaatına dahil olur.»

Bu hadis-i şerifi, Allâme Süyuti Hz. Cem’ül – Cevami, adlı eserinde yazdı.

Nitekim, bu manayı bizzat kendisi mektuplarında yazdı; şöyle anlattı:

— Allah’a hamd olsun; beni iki deniz arasında SILA kıldı. Aydınlık veren tüm nurlarını almaya istidadlı eyledi.

— Ariflerin İmamı.

Diye yad edilen Hace Muhammed Baki Hz. nin halifeleri arasında sayılan kâmil şeyh Mir Hüsameddin anlattı. Şöyle ki:

Kendisi Resulûllah’ı S.A. rüyada gördü. Şeyh Ahmed Serhendî’yi övüyor ve şöyle buyuruyordu:

— «Ben, ümmetim içinde, onun varlığı ile övünüyorum: iftihar ediyorum. Allah-ü Taâlâ, onu, ümmetime müceddid kılacaktır.»

***

Menakip kitaplarında geçtiği üzere, nice büyük veliler, onun zuhurunu müjdelemişlerdir.

Bu menkıbelerden biri, Şeyh Bedreddin Serhendi’nin anlattığıdır. Bu zat, Şeyh-i Ekmel Seyyid Ahmed Cami’nin şöyle dediğini açıkladı:

— Benden sonra, ON YEDİ kişi gelecek. Hepsi de ehlûllahtan olup isimleri AHMED’dir. Sonuncusu, BİN yılının başına gelir ki; onların en üstünüdür.

Keşif ehlinden büyük bir çoğunluk tarafından:

— Müceddid.

Namından murad, İmam-ı Rabbani Hz. olduğu anlatıldı. Nitekim Hace Emkinegi, ekmel halifesi Muhammed Baki’ye şöyle anlattı:

— Hind tarafından bir kimse çıkacak; asrının imamı olacak.

Ancak onun gönül açıklığı senin elinde olacaktır. Ona koş. Zira, ehlûllah onun gelmesini beklemektedir.

Bunun üzerine, Buhara’dan Hindistan’a gitti; Müceddid İmam-ı Rabbani Hz. ile buluştu.

İmam-ı Rabbani, ondan tarikat aldı. Allah-ü Taâlâ, sırlarının kudsiyetini artırsın.

Muhammed Baki, bunun üzerine; İmam-ı Rabbanî’ye şöyle dedi:

— Geleceği müjdelenen kimse sensin. Daha sonra, şöyle anlattı:

— Serhend’e vardığım zaman, baktım ki biri:

— Zamanının kutbu..

Diye anlatılıyor. Seni görünce, bu vasfınla ve suretinle öyle olduğunu anladım.

Anlatmaya devam etti:

– Serhend’e vardım. Şöyle bir rüya gördüm: Gayetle azametli büyük bir aydınlık vardı. O kadar yükselmişti ki: Başı semaya vasıl olmuş; âlemin şark ve gaibi onun nuru ile dolmuştu. Halk lambalarını getiriyor; ondan aydınlık alıyordu.

İşbu mana, senin makamını anlatır.

Şu da, onun şanında anlatılan bir başka menkıbe, şöyledir: Kudvet’ül-kâmilin Şah Kemal Küteyli; torunu ârif-i rabbani Şah İskender’e bir cübbe emanet etti.

Rivayet edildiğine göre: Bu cübbe, Gavs-ü Azam Abdülkadir Geylânî Hz.nin idi.

O zata, bu cübbeyi torununa emanet ederken, şöyle dedi:

— Sahibi gelinceye kadar bunu sakla.

Müceddid İmam-ı Rabbani Hz. zuhur ettikten sonra, rüyada kendisine:

— Cübbenin ehli odur; ona ulaştır.

Emrini verdi. Yapmayınca, ikinci defa; içinden cübbeyi ona götürmesi için hitap etti. Bunu da yapmayınca, azarladı.

Bundan sonra, hırkayı götürüp İmam-ı Rabbanî’ye giydirdi. Bu cübbeyi giydikten sonra, ondan büyük işler zuhura gelmeye başladı.

Bir menkıbe daha..

Doğru sözlü emin bir tacir vardı; iyilik nurları, yüzünden parlardı. Şöyle anlatıldı:

— İlk zamanlarında, bu tacirin, Gavs-ü Azam Abdülkadir Geylânî Hz. ne son derece sevgisi ve o derece bağlılığı vardı. Kendisi şöyle anlattı:

— Geylânî Hz. çoğu kez bana görünür; bazı işleri haber verir; önemli işlerimde bana yardım ederdi. Bir gün, rüyada bana şöyle dedi:

— Benden, büyük yardım gördün; ama zahirde sana bir şeyh gerek.

Bunun üzerine kendisine:

— Kime baş vurayım?.

Diye sordum; şöyle dedi:

— Şeyh Ahmet Serhendî’ye git. O, zahirin ve batının beynini bulmuştur. Ve o: Zamanının kutbudur.

Bunun üzerine, onun yanına vardım. Hayret veren kerametler, görülmemiş kemalât müşahede ettim.

Belh’in ileri gelenlerinden biri, Serhend’e geldi. Müceddid İmam-ı Rabbani Hz. ni gördü; şöyle anlattı:

— Belh’te bir cenaze merasiminde hazır oldum. Selef halef bir çok MAVERA-ÜN-NEHR evliyası da o cenazede hazır bulundu. Ki bunlar: Geçmişte yaşayıp ebedî âleme göçen ve hal-i hazırda yaşayan zatlardı. Meselâ: Kutb-u Rabbani Abdülhalik Gucdüvani, Kutub Hace Bahaeddin Nakşibend Hz. gibi zatlardı.

Bunlar, büyük bir zatın gelmesini bekliyorlardı. Bu durumu birine sordum; bana şöyle anlattı:

— Bu, bir kutbun cenazesidir. Bu hazır cemaat ise, kutuplar kutbu zatın gelmesini bekliyorlar.

Biz böyle bekleşirken, ulu bir zat geldi. Bu gelen zatı öne geçirdiler; imam oldu.

Bu nuranî büyük zatın kim olduğunu sordum; bana şöyle anlatıldı:

— Bu, Şeyh Ahmed Serhendi’dir.

***

İmam-ı Rabbani Hz. nin faziletini, zamanın üstün âlimleri itiraf ettiler. O vakitte yaşayan büyükler, onun müceddid olduğuna kani oldular.

Çünkü: Dini ilim çeşitlerini yayıyor; çevrede, marifet babında yakine dayanan halleri açıklıyor; velayet, nübüvvet, risalet mertebelerini, azm sahibi büyük zatların kemallerini, hullet ve mahabbet derecelerini izaha çalışıyor; zat ve şuun sırlarını beyan ediyordu. O kadar ki, bu işte onu geçen olmamıştı.

***

Sonra.. Allah-ü Taâlâ ona: Ledünnî hibeler, gaybe bağlı, üstün zevklere dayalı hususi bir mana kazandırmıştı. Onların pek çoğunu kendisi anlattı. Allah-ü Taâlâ sırrı takdis eylesin.

***

Bir manayı şöyle dile getirdi:

— İlâhi yardım, beni cezbeye kapılan muradlar menzilesine erdirdi. Önce böyle bir âleme geçtim. İkinci olarak, sülûk menzillerinin bana kısa yoldan alınması nasibi geldi.

İşbu hallerimde:

Önce Allah-ü Taâlâ’yı eşyanın aynı gördüm.

Tıpkı: Son gelen sofiyeden vahdet-i vücuda kail olanların anlattığı gibi..

Bundan sonra, bir başka hale daha kapıldım. Allah-ü Taâlâ’yı hulülsüz, sirayetsiz olarak eşyada buldum.

Bundan sonra, bir başka hal daha oldu: Zati bir maiyetle Allah-ü Taâlâ’nın varlığını eşyada buldum.

Eşyadan evvel olduğunu da gördüm; aynı şekilde eşyadan sonra olduğunu da gördüm.

Sonra, hep Allah-ü Taâlâ’yı gördüm; başka bir şey görmedim.

Bu son durum: Şühuda dayalı tevhid halinin manasıdır. Bu durum anlatılırken:

— FENA..

Tabiri ile dile gelir ki: Velayet derecesinde ilk adım bundan atılır, işin başında, en ileri bir kemâl sayılır.

Son anlatılan görüş; zikri geçen mertebelerin hangisinde olursa olsun, önce afakta bulunur; sonra enfüste..

İmam-ı Rabbani Hz. nin anlattıklarına devam edelim:

— O hallere geçtikten sonra, beka makamına terakki ettim.

Ve bu: Velayet derecesinde ikinci adımdır.

Eşyayı ikinci olarak gördüm: Allah-ü Taâlâ’yı da eşyanın aynı; hatta özümün aynı..

Sonra.. Allah-ü Taâlâ’yı eşyada; hatta özümde buldum.

Sonra.. eşya ile; hatta özümle buldum.

Sonra.. eşyadan ön; hatta nefsimden ön gördüm.

Sonra.. eşyadan sonra: hatta özümden sonra buldum.

Ve.. bütün bunlardan sonra, eşyayı gördüm; asla Allah-ü Taâlâ’yı görmedim.

İşbu son makam, öyle bir sondur ki: ilke rücu, avam mertebesine avdettir.

Ve bu: Öyle bir makamdır ki; halkı Hakka davet makamlarının en tamı sayılır.

Ve bu makam: Tekmil irşad menzillerinin ekmelidir.

***

Bir başka cümlesinde şöyle anlattı:

— Benden sadır olan ilim ve marifet babındaki işler; velayet tavrı dışındadır. Ancak onlar, nübüvvet nurları kandilinden gelir.

Resulûllah’a salât ve selâm.. gelenler, onun sudur makamından gelmektedir. İkinci binin tecdidi ile yenilenir. Tebaiyet ve veraset yolu ile görünür. Ulema misilli velayet erbabı onu idrâkten acizdir. Zira onlar: Velilerin irfanı, âlimlerin ilmi ötesindedir. Hatta, bu anlatılan zümrenin bilgileri kabuktur. Nübüvvet kandilinden süzülüp gelen ilimler ise, özdür. Şeriata aykırı tarafları yoktur. Dinin esası, zat ve sıfat ilminin hulâsasıdır. O, yücedir, mukaddestir.

Bu anlatılanları; uzamadan, küberadan hiç kimse, konuşmamıştır. Allah-ü Taâlâ, onlar için bu kulunu seçti.

Ve.. o ilimlerin, o marifetlerin sahibi bu BİN’in müceddididir.

***

Bir başka kelâmında şöyle anlattı:

— Vahdet-i vücud bana açıldı. Bu sayede, bana çokça ilimlerin feyzi geldi. Nice nice irfan duyguları elde ettim.

Ve.. bu makamda yeterli inceliklere vâkıf oldum.

Yine bu makamda, Şeyh-i Ekber’in r.a. irfan duyguları da bana, açıldı. Ve., onun beyan ettiği zatî tecelli ile de şerefyab oldum. Allah-ü Taâlâ onu yükselmenin sen basamağına çıkarmış; tafsilli, şerhli velayet hatmine tahsis etmiştir.

***

Bir başka cümlesinde şöyle anlattı:

— Resulûllah S.A. bana müjde verdi:

— «Sen kelim ilminde, müçtehidlerdensin. Allah-ü Taâlâ, senin şefaatine binleri bağışlayacaktır.»

Ve bana: Mübarek eli ile irşad yazısı yazdı; şöyle buyurdu:

— «Daha önce böyle bir şeyi hiç kimseye yazmadım.»

Bir başka cümlesinde şöyle anlattı:

— Kur’an-ı Kerim’in müteşabih âyetlerindeki gizlilikler, mukattaatındaki sırlar bana açıldı. Onlardan her harfin altında, Yüce Zata delâlet eden ilimlerden bir umman buldum. Onlardan birini açıklayacak olsam, boğazıma durur.

***

İmam-ı Rabbani Hz. uzun bir seyrini şöyle anlattı:

— Bugün, büyük meşayihin makamına kaim Nakşibendi büyüklerinin naibi, nihayetin de nihayetine vâsıl, derecelerin en yükseğine çıkan, halkın kutb-u medarı, hakikat sırlarının kâşifi, zati mahabbette kamil ferd, Muhammedi velayet kemallerini cami, muhakkik zat, irşad ve hidayet ehlinin dayanağı, nihayeti bidayetine girgin bu tarikatın mürşidi, ariflerin zübdesi, şeyhimiz, mededgâhımız, ekmel, üstün arif Mevlâna Şeyh Muhammed Baki Hz. ile sohbet ettim. Allah bekasını daim eylesin; onun teveccühü bereketiyle cezbeye kapıldım. Öyle bir cezbe ki: İstihlâkten sonra, kayyumiyet sıfatında yer bulmuştur.

Ve.. bu yoldan; nihayetin bidayete girmiş şekli ile de şerefyab oldum.

Bunu müteakip, benim için, sülûk mertebeleri hasıl oldu; nihayete vâsıl oldum. Bu nihayet dahi, Rabb ismine vusulden ibarettir. Buna vusulüm, Esedullah Galib’in r.a. (Hazret-i Ali’nin) imdadı ile oldu.

Sonra.. ilk kabiliyete terakki ettim. Bu dahi, Hakikat-ı Muhammediye’den ibarettir. Bunda dahi, Hace Nakşibend Hz. nin yardımını gördüm.

Sonra.. üstte anlatılan kabiliyet makamının icmaline geçtim. Burası: Muhammedi kutupların makamıdır. Bu dahi, mukaddes nebevi ruhun yardımı ile oldu.

İşbu esnada, Hace Alâaddin Attar Hz. den bana hoşça yardım geldi. O makama vâsıl olduktan sonra, Hazret-i Muhammediyet’ten kutbiyet hil’atı ihsan edildi.

Bundan sonra, ilâhi inayet beni cezbetti.

— ZİLL.

Tabir edilen asıl makama çıktım. Burası, kutuplar makamının dahi, üstündedir. Efrad namı ile yad edilen zatlara mahsustur.

Daha sonra, samedanî gayeye tutuldum; asıl sayılan has makama beni ulaştırdı.

İşbu yükseliştedir ki: Gavs-ü Azam Şeyh Abdülkadir Geylâni’den bana büyük yardım geldi. Güçlü bir tasarruf geldi; beni asılların da aslı makama ulaştırdı. Allah-ü Taâlâ sırrının kudsiyetini artırsın.

Bundan sonra, nüzul başladı.

— Seyrü anillah.

Tabiri ile anlatılan aleme erdim. O vakit, Nakşibendiye ve Kadiriye hariç; bütün meşayih silsilesi makamlarını gezdim. Beni izaz ikramla karşıladılar. Güzel güzel bağlılıklarını, kendilerine has vecidlerini bana bıraktılar.

Onların dereceleri ayrı ayrı idi. Her birinden, bana bir başka hakikat keşfi hâsıl oldu.

Hızır’dan a.s. ledünnî ilmin bana gelişi; anlatılan kutuplar makamına vusulümden önce oldu. Çünkü o makama ulaştıktan sonra, vâsıl olan kimse, ilmi kendi özünde bulur; alır.

Bütün bu olanlar, Resulûllah’ın SA. manevi veraseti ile olmaktadır.

***

Bir başka cümlesinde şöyle anlattı:

— Allah-ü Taâlâ, hidayet işinde; bana büyük bir güç verdi. O kadar ki: Kuru bir ağaca teveccüh etsem; o kuru ağaç hemen filizlenir.

***

Bir başka cümlesinde şöyle dedi:

— Benim bu nisbet yolum; çocuklarım vasıtasıyle, kıyamete kadar baki kalacaktır. Hatta, İmam-ı Mehdî, bu nisbet-i şerifeden gelecektir.

***

Derdi ki:

— Nakşibendiye büyükleri yolu, kibrit-i ahmerdir. Yolları Resulûllah’ın S.A. sünnetine tabi olmak üzere kurulmuştur.

Mümine gereken odur ki: Batınını onlara bağlılıkla güzelleştire.. Dışını da Resulûllah’ın pâk sünnetine tabi olmakla süsleye..

***

Derdi ki:

— Zahir batının tamamlayıcısıdır; onu kemale erdirir. Asla, ikisi beyninde ayrılık yoktur.

Salikin bu yolda aykırı gibi gördüğü bazı haller, o vaktin sarhoşluğu ve halin galebesinden ileri gelir. Salik, bu makamdan çıkıp ayıklık makamına geldiği zaman; arada hiç bir ayrılık görmez.

***

Bir halini şöyle dile getirdi:

— Bir gün, arkadaşlarımın halkasında bulunuyordum. Hatırıma geldi ki: Ben kusurluyum; noksanım var.

Ben, bu düşüncede iken, özüme şöyle bir hal doğdu:

— Ben, seni bağışladım. Vasıtalı veya başka bir yoldan kıyamete kadar sana tevessül edenleri de bağışladım.

***

Bir başka cümlesinde şöyle anlattı:

— Bugünlerde, bana Arş-ı Mecid’in fevkına çıkma hali vaki olmaktadır.

Bir kere yine, benim için uruç vaki oldu.

Yerin merkezinden, arşa kadar bir mesafe kat ettim. Orada Hace Nakşibend Hz.nin makamını gördüm. Bazı meşayihi, onun az üstünde buldum; Şeyh Maruf-u Kerhi’yi, Şeyh Ebu Said Harraz”ı ve benzeri zatları sayabilirim.

Bazılarını da, onun makamında gördüm.

Altında ise, Şeyh Necmeddin-i Kübra ve Şeyh Alâaddin Attar vardı.

Sair meşayih bunların altındaydı.

Bütün bu derecelerin üstünde; ehl-i beyt imamlarının. Hulefa-i Raşidin’in makamları vardı.

Sair peygamberler, anlatılanların üstünde Resulûllah S.A. efendimizin bir yanında bulunuyordu. Meleklerin makamı da, diğer yanında idi.

Ancak, Resulûllah’ın S.A. makamı, hepsinden üstün, hepsinden yüksek idi.

Şunu bil ki, ne zaman yücelere çıkmayı dilesem, bana müyesser olur. Çoğu zaman da, benden bir istek olmadan olur.

***

Şöyle dedi:

— Yaratılışım, Resulûllah’ın S.A. bakiye toprağındandır.

***

Şöyle anlatırdı:

— Tarikattan gaye; şeriat ilimlerini artırmaktır. Böylece, bu yola giren, delillerden kurtulur; keşfe gider.

Şöyle anlatırdı:

— İLMEL-YAKİN,’ delilleri müşahededir. AYNEL-YAKİN delillerle bilindikten sonra, Hakkı müşahededir. Ki bu, FENA durumunu gerektirir. HAKKAL-YAKİN ise.. YAKİN mefhumu kalktıktan sonra,

Hakkı müşahede etmektir. Hatta, YAKİN halini bulma fiili de manası da ortadan kalkar. İşbu makam: BEKA’dır.

— «Benimle duyar; benimle görür..»

Manasında dile gelen makamdır.

***

Şeyh Yunûs’un MUARRABAT’ında, İmam-ı Rabbani Hz. nin sofiye maarifi üzerine şöyle dediği geçmiştir:

— Bilesin ki..

Sofiyenin irfanları, ilimleri; seyir ve sülûklerin sonunda elde edilen ancak şeriatın ilimleridir. Şeriat ilimlerinden başkası olamaz.

Evet.. kabul edilir ki: Yol esnasında çokça bilgiler ve irfan duyguları zahir olur. Lâkin, onların hepsinden geçmek gerekir.

Ve.. nihayetlerin nihayetinde; onların ilmi, âlimlerin ilmi olur. Bu da: Şeriat ilminden başka bir şey değildir.

Ancak, zahirî âlimlerle, sofiye âlimleri arasındaki fark şöyle anlatılır:

a) İlimler, zahiri âlimlere göre, nazarî olup, delillere dayanır.

b) İlimler, sofiye âlimlerine göre, keşfe dayalı; zaruridir.

Şeriat üstüne de, şöyle anlattı:

Bilesin ki..

Şeriat, dünya ve âhiret saadetlerinin tümünü tekeffül eder. Tahsiline muhtaç olunan, şeriattan başka bir şey yoktur.

Tarikata ve hakikata gelince; bunlar, şeriatın hizmetinde sayılırlar. Bunları tahsil dahi, şeriatın kemalini sağlamak olup başka bir şey olamaz.

Yol esnasında, sofiye zatlarda görülen; hallere, vecidlere, irfan duygularına gelince.. esas gaye sayılmazlar. Hatta, bunlar, vehimler, hayallerdir ki: tarikat çocukları onlarla büyür. Sonunda bunları geçmek şarttır.

Kalb için şöyle anlattı:

Bilesin ki..

Kalbin medarı için, mücerred sofiye amellerini işlemek, bir sonuç vermez. Kalbin selâmeti, ancak Yüce Hakkın zatından gayrına iltifat etmemekle mümkündür.

Kalbin ilâcı için şöyle anlattı:

Yabancı sevgisini kalbden silip onu temizleyecek cilaların en güzeli, Resulüîah’a S.A. tabi olup yolundan gitmektir.

Tevhid üzerine şöyle anlattı:

Bilesin ki..

Tevhid iki kısımdır:

a) ŞÜHUDİ TEVHİD..

b) VÜCUDİ TEVHİD..

Ancak, mutlaka elde edilmesi gereken, fenaya dayalı ŞÜHUDİ TEVHİD’dir.

ŞÜHUDİ TEVHİD, VÜCUDİ TEVHİD’in aksine, şeriata ve akla aykırı değildir; ama öbürü, akla ve şeriata aykırıdır.

Bunu, bir misalle açıklamak mümkündür. Meselâ; biri şöyle diyor:

— Güneş doğduğu, yıldızlar gizlendiği zaman, semada güneşten başka bir şey olmaz.

Bu söz sahihtir; akla, şeriata aykırı yanı yoktur. Çünkü, onun görme zaafı dolayısıyle, o vakit, semada güneşten başkası görülmez.

Ancak, ona keskin bir görüş verilmiş olsaydı; öncekinin aksine, güneşle beraber, yıldızların olduğunu görürdü. İsterse öbürü:

— Yıldız güneş doğmadan önce vardı..

Desin.. Ne var ki, güneşle beraber, yıldızları gündüz birlikte gören keskin nazarlıyı, akıl tekzib eder. Şeriat tekzib eder.

Şeriata dair söylenen meşayihin sözlerine gelince; onları, mutlak ŞÜHUDİ TEVHİD babına hamletmek gerekir. Böyle etmeli ki: Akla ve şeriata aykırı bir durum olmaya..

TEVHİD-t VÜCUDİ: İlmel-yakin mertebesindedir. TEVHİD-İ ŞÜHUDÎ: Aynel-yakin mertebesinde olup hayret makamıdır. Meselâ, Hallac’ın:

— ENEL-HAK. (HAK BENİM.) Sözü, Bayezid-i Bistamî’nin:

— Sübhanım, şanım nekadar yüce..

Cümlesi, bu makamdan sayılır. Bunlara benzer kelâmları da, aynı manada almak icab eder.

Bu kelâmların her biri, hayret makamı sayılan, aynel-yakin makamında gelmiştir; Hakkal-yakin’e vusulden öncedir.

Anlatılan hayret makamından geçip, Hakkal-yakin makamına vâsıl oldukları zaman, bütün bu hallerden temize çıkarlar; şeyhimizde vaki olduğu gibi..

Anlatılan mana icabı olarak; Hak yolcusu fakirin bu yol esnasında, sözü edilen iptilâya uğraması vardır: sonra ondan geçer.

Bundan sonra, Hak Taâlâ’nın varlığı Resulûllah’m nübüvveti ve onun Allah katından getirdikleri üzerine söze girdi; şöyle anlattı:

Yüce Hakkın varlığı, keza birliği; Resulûllah’ın nübüvveti, hatta onun Allah katından getirdikleri, tüm olarak: Fikir yürütülmeye, delile, görüş beyan etmeye muhtaç değildir..

Fikir yürütmek: Bir şeyde illet mevcud olduğu, âfet sabit bulunduğu zaman gerekli olur. Kalb marazından necat bulunduğu, gözdeki perde def olup gittiği zaman, ortada bedahetten başka bir şey kalmaz.

Meselâ:

Safralı bir kimseyi ele alalım. Safra iptilâsı, onda bulunduğu süre; kendisine şekerin tadını anlatmak, öğretmek babında delile ihtiyaç duyulur.

Şaşı kimseyi ele alalım: Bir şahsı, iki görür. Tek şahsın ikiliğine hükmeder; ama mazurdur. O iki gördüğü şahsın tekliğini bedaheten çıkarmayacağı gibi; nazarî yoldan dahi o tekliği bulamaz.

Şu da bilinen bir hakikattir ki: İstidlal yolu dardır. Deliller yolundan tahsil edilecek yakin durumu ise.. zordur. Yakin haline dayalı iman tahsili lâzımdır ki: Kalbi maraz zail olup gitsin.. Nitekim, şekerin tadına dair kendisinde yakin hâsıl olması için safralı kimseden safranın izalesine çalışmak dahi zordur. Bilhassa, şekerin tadına yakin hâsıl olması babında delil ikamesi isinde olduğu gibi..

İşte.. anlatılan yoldan, kendi durumumuzu ele alalım. Şöyle ki: Nefs-i emmare, bizzat şer’î ahkâmı inkâr etmektedir. Tabiatı ile, onun nakzı cihetine hüküm verir.

İşte.. böyle bir durumda, delil isteyenin vicdanında inkârı varken, o doğru ahkâma delillerle yakin tahsili cidden zordur. Böyle bir durumda, yakin tahsili için mutlaka nefsin tezkiyesi gerekir.

Nefsin tezkiyesi olmadan, yakin tahsili müşkil iştir. Ki bu durum, âyetlerle sabittir; Allah-ü Tâlâ şöyle buyurdu:

—«Onu tezkiye eden iflah olur; onu masiyetle kirleten ziyan eder.» (91/9-10)

Bu yoldan bilinen o ki:

Bu pâk şeriatı, temiz, her hali ile belli ümmeti inkâr eden; şekerin tadını inkâr eden gibidir.

Seyirden, sülûkten, nefsin tezkiyesinden gaye: Manevi afetlerin, kalbi marazların izalesidir. Bu manada, Allah-ü Taâlâ şöyle buyurdu:

— «Kalblerinde maraz vardır.» (33/12)

O marazların çıkması icab eder ki: İmanın hakikati ile tahakkuk mümkün olsun. Her nekadar anlatılan âfetler olduğu halde; iman görülür ise de, ancak sureta bir imandır. Çünkü, nefs-i emmarenin vicdanı o imanın aksinedir. Küfrünün hakikatında musirdir.

Anlatılan misilli iman, sureta tasdik; safralının şeker tadına inanması gibidir. Ki: Vicdanı, gösterdiği imanın aksine şehadet eder.

Ve.. şekerin tadına inanması için, hakikî bir yakin bulması: Ancak, safra hastalığının izalesinden sonra olur.

İşte.. kalbi marazlının dahi imanın hakikatini tahsili, ancak nefsin tezkiyesi, itminan bulması sonunda olur. O vakit bu iman: Vicdani bir iman olur.

Ve.. bu kısım iman: Zevalden korunur. Şu âyet-i kerime, onların şanını doğrular:

— «Dikkat ediniz, Allah’ın velilerine, korku yoktur. Onlar, mahzun da olmazlar.» (10/62)

Allah-ü Taâlâ, anlatılan kâmil, hakiki iman şerefi ile bizi şeref-yab eylesin.. Amin!

***

Nakşibendi tarikatının fazileti üzerinde de durdu. Ki bu yol, sahabe-i kiramın yoludur. Bu sebepten, onların faziletini de anlattı. Allah onlardan razı olsun.

Şöyle açıkladı:

Bilesin ki..

Hacegân zatların tarikatı, nihayeti bidayetine derc ederek kurulmuştur.

Nitekim, Nakşibend Hz. bu manayı şöyle anlattı:

— Biz, nihayeti bidayete derc ettik.

Ve.. bu tarikat: Ayniyle, sahabe-i kiramın tarikatıdır. Allah-ü Taâlâ, onların cümlesinden razı olsun.

Resulûllah S.A. ile yaptıkları ilk sohbette; onlara öyle hal gelmiştir ki; onların dışında kalanlar, son demlerinde dahi, aynı şeye nail olamamışlardır.

Bu açıdan bakılınca, Hz. Hamza’nın katili Vahşî, ilk İslâm’a girişinde Resulûllah’ın S.A. sohbetine nail olup sahabeden sayıldı. Tabiin’in hayırlısı Veysel Karanî Hz.den daha faziletli oldu. Böylece, Vahşi’nin ilk sohbette elde ettiğini, Veysel Karanî son deminde dahi elde edemedi.

Cezbe üzerinde de durdu. Maksad, bu cezbenin sülûkten önce olması değil; sülûkten sonra olmasıdır. Şöyle anlattı: Bilesin ki.. Vusul için iki yol vardır:

a) Cezbe..

b) Sülûk..

Bunlar bir başka ibare ile şöyle anlatılır:

a) Tezkiye..

b) Tasfiye..

Sülûkten önceki cezbe, gayeler arasında sayılmaz.

Tezkiyeden önceki tasfiye dahi matlub olarak sayılmaz.

Sülûkün bitiminde, gelen cezbe; Yüce Allah’ın zat varlığındaki seyir esnasında bulunan tezkiye matlub olan gayeler arasında sayılır.

Salik için daha önce, sülûkünü kolaylaştıran cezbe ve tasfiye, hele sülûk yoluna girmeden gelirse., matluba erdirmez.

Şundan ki: Menziller kat edilmeden; mahbubun cemali görünmez.

Birinci cezbe, ikincisinin suretidir. Ama, aralarında hiç bir münasebet yoktur.

— Nihayetin, bidayete derc edilmesi..

Cümlesinden murad olan mana, nihayetin suretidir. Yoksa, nihayetin hakikati bidayetine sığmaz.

Bu bahsin mufassal şekli: Cezbe ve Sülûk risalesinde genişçe anlatılmıştır. Hakikat namına suretle yetinmek olmaz. Mutlaka, suretten hakikata geçmek gerekir.

İmam-ı Rabbani Hz. nin ebedi âleme göçü: 17 Sefer 1034 (M. 1624) tarihine rastlar.

Allah-ü Taâlâ’dan dileğimiz: Onun bereketini bizlere ihsan eylemesidir.

***

NOT:

Bu yazı, Abdulkadir Akçiçek’in tercüme ettiği (BÜYÜK SÜRUR) ADAB kitabından iktibas edilmiştir.

Etiketler:

Malasef Yorumlar Kapalı.