Kategoriler
Tavsiye Siteler
Son Yazılar
Son yorumlar
12 yıl önce tarafından yazıldı, 865 kez okundu ve hakkında yoruma kapatıldı.

Tasavvuf Nedir? Kuran ve Sünnette Delilleri

Tasavvuf, İslam dininin üzerine inşâ edildiği üç temel mefhumdan biri olan “İhsan”ı kendine gaye edinmiştir. O halde “İhsan”ın ne olduğunu anladığımız zaman, tasavvufun özünü ve gayesini de daha iyi anlamış olacağız.
Seyyid Muhammed Gamari  Hazretlerine:
“Tasavvuf vahy-i semavî midir?” diye tasavvufun kaynağı ve özü hakkında bir soru sorduklarında, şöyle cevap vermiştir:
“Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem’e vahy-i semâvî nazil olduğu vakit, tasavvuf da onunla beraber, esas olarak kurulmuştur. Çünkü tasavvuf, şüphesiz ihsan makamıdır.”
Cibril Hadisi:
İhsan mefhumunu, bizzat hadis-i şeriflerde görmekte ve açık bir şekilde izah edildiğine şahit olmaktayız. Hz. Ömer radıyallahu anh’ın rivayet etmiş olduğu bir hadis-i şerif (Cibril Hadisi) şöyledir:
“Peygamber  Efendimiz  sallallahu aleyhi ve sellem’in  yanında bulunduğumuz bir sırada, bir de baktık ki elbisesi bembeyaz, saçları simsiyah, üzerinde yolculuk yaptığına dair hiçbir alâmet olmayan ve hiçbirimizin tanımadığı bir kimse geldi. Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem’in yanına (varıp) oturdu. Dizlerini dizlerine dayayıp ve her iki avucunu iki uyluğu üzerine koyup:
“Ya Muhammed! İslam nedir, bana söylermisin?” dedi. Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem:
“AIlah’tan başka hiç bir ilah ve mabud-u billah olmadığına ve Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’in O’nun resulü olduğuna şehadet etmen, namazı ikâme etmen, zekâtı vermen, ramazanda orucu tutman ve yoluna gücün yeterse, beytullah’a hacc etmendir.” buyurdu. O (yabancı kimse):
“Doğru söylüyorsun.” dedi.
Biz onun bu haline, hem Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’e soruyor, hem de O’nu tasdik ediyor, diye hayret ettik. Daha sonra:
“Bir de iman nedir, bana söylermisin?” dedi. Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem:
“İman; Allah’a,  meleklerine,  kitaplarına, peygamberlerine, ahiret gününe iman etmendir. Bir de hayır, şer ve kadere iman etmendir.” buyurunca yine:
“Doğru söylüyorsun!” dedi.
“Ve İhsan nedir, bana söylermisin?” diye tekrar sordu. Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem de:
“İhsan, Allah’a sanki görüyormuşsun gibi ibadet etmendir. Zira sen onu görmüyorsan o seni görüyor.” buyurdu. O yine:
“Doğru söylüyorsun!” dedi.
Ve bu yabancı kimse gidince, Peygamber Efendimiz                  sallallahu aleyhi ve sellem bir müddet durdu: “Ey Ömer! Bilir misin o soran kimdi?” dedi. “Allah ve Resulullah bilir.” dedim. O zaman buyurdular ki:
“O, Cebrail idi. Size dininizi öğretmek için geldi.” (Müslim, İman:1)
İşte Hz. Ömer radıyallahu anh’ın rivayet etmiş olduğu bu hadis-i şerifte, Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem bize İslam dininin üç rükun üzerine olduğunu bildirmiştir.
1-İslam: Zâhirî âzâlara taalluk eden amellerdir. (namaz, oruç, hac, zekât gibi…)
2-İman: Allah’a meleklere, kitaplara, peygamberlere, ahiret gününe, kaza ve kadere iman etmek gibi kişinin itikadına taalluk eden amellerdir.
3-İhsan: Bu da murakabe ve müşahedeye taalluk eden amellerdir. Bu ihsan makamı, manevi huşu ve huzur içerisinde Allah-u Zülcelal’e ibadet ederek kalbin temizlenmesine işaret etmektedir. Bundan dolayı ihsan makamı olmazsa dinin bir kısmını eksik bırakılmış olur.
Şöyle ki; bu hadis-i şerifte açıkça, kulun bütün ibadet ve kulluk görevlerini yerine getiren yani hayatının her anında,         Allah-u Zülcelal’in kendisini gördüğünün, işittiğinin ve bildiğinin şuurunda olması gerektiği beyan edilmektedir. İşte, kişinin bu ihsan halini bozan sebepler; şeytanın vesvesesi, nefsin arzuları ve dış dünyanın etkileridir. O halde, bu tesirlerden kurtulmamız gerekmektedir ki ihsanı yaşayabilelim. Bu tesirlerden kurtulma yolu ise bunların sebeplerini, insana nasıl tesir ettiklerini ve bunlara karşı ne gibi tedbirler alınması gerektiğini; kısaca bu marazi durumun teşhis ve tedavisini bilmemiz gerekiyor.
Şüphesiz ki bu konu bir müslüman için en önemli konudur. Zira kulluğun temel mihengi, her yaptığını, her anını Allah rızası için yapabilmektir. İşte bu da tasavvuf ilmini zorunlu hale getirmektedir.
Burada bir meseleye daha açıklık getirmekte fayda var. Denilebilir ki kişinin ihsanı yaşamasına zarar veren tesirleri, ayet hadis ve alimlerin kitaplarından öğrenip teşhis ve tespit             edebiliyoruz. Evet bu bir yere kadar doğrudur. Ancak bu marazları tedavi etme usulü ve kurallarını inceleyen ilim ise tasavvuftur. Zira birer tasavvuf mütehassısı olan mürşid-i kamil; hem bu konulardaki zâhirî ilmini, hem tecrübelerini ve hem de bâtınî yolla Allah-u Zülcelal’in verdiği manevî ilmi kullanarak kişiyi tedavi etmektedir.

Mürşid-İrşad

Kur’an-ı Kerim’de irşâd; doğruluk, hayır, fayda ve akıllı manalarında kullanılmıştır. Mürşid de; kendisi doğru, akıllı ve hayırlı olup, insanları doğruya, hayra yönelten kimse olarak belirtilmiştir.
Hakikatta insan iki yolun salikinden biridir; birisi Allah-u Zülcelal’in nimetlendirdiklerinin yolu (Fatiha; 7); diğeri, gazaba uğrayıp, dalâlete düşenlerin yoludur. (Fatiha; 7)
İlk mürşid Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem ve Kur’an-ı Kerim’dir. Hayrı ve şerri yaratan Allah-u Zülcelal, kulların hayırda olmalarına razı; şerde ve küfürde olmalarına razı değildir. (Zümer; 7)
Şer kuvvetler olan nefis, şeytan ve dünya vazifesini yaparken, bu tür düşmanlara karşı kullanacağımız silahları, strateji ve taktiği, ilâhî iradeye uzanan gönül erlerinden, yani gerçek mürşid-i kamillerden öğrenmeliyiz. Mürşid; Hz. Peygamber           sallallahu aleyhi ve sellem Efendimize vekalet etmektedir. Yaratılışındaki ferâsetin ve sahip olduğu ilmin derecesine göre müridin kalbindeki ve mizacındaki sertliği, fesadı yavaş yavaş gidermeye çalışır.

TASAVVUFUN KİTAP VE SÜNNETTEKİ    DELİLLERİ
Yukarıda da sıraladığımız delillerin yanında, tasavvufun ısrarla üzerinde durduğu bâtınî amellerle ilgili ayet-i kerime var mıdır, diye bir soru gelebilir akla. Evet açıkça bâtınî niyet ve amellere işaret eden ayet-i kerimeler vardır. Bir örnek vermek gerekirse; Allah-u Zülcelal şöyle buyurmuştur:
“De ki: Ancak bizim Rabbimiz gizli ve açık olan fevahiş (kötü) davranışları haram kılmıştır.” (A’raf; 33)
Diğer bir ayet-i kerimede de:
“Açık ve gizli olan kötülüklere yaklaşmayın.” (En’am; 151) buyurmuştur. Allah-u Zülcelal nasıl zâhirî âzâlarımızla yaptığımız kötü hareketleri haram kılmışsa, bâtınî olan; kin tutmak, riya (gösteriş) da bulunmak, hased etmek gibi kötü hareketleri de haram kılmıştır. Öyle ise bu bâtınî olan kötü sıfatları da izale etme çabasına girmemiz gerekir. Bunun yegâne yolu da şânı büyük olan tasavvuf yoluna girmektir.
İbn Abidin kuddise sırruh şöyle buyurmuştur:
“İhlas ilmini okumak; ucub, riya, hased gibi manevi hastalıkları bilmek ve bunlardan muhafaza olmaya çalışmak            farz-ı ayndır. (her müslümana farzdır.) İnsanın nefsi için her birisi birer afet olan kibir, gazap, cimrilik, ihanet gibi hastalıkları bilmek ve kendini bunlardan muhafaza etmek de farz-ı ayndır.” (İbn-i Abidin; I/42)
Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:
“Kalbinde zerre kadar kibir bulunan, cennete giremez” (Muslim, İman:147)
Tüm bunlardan sonra bizim için en önemli görev, kendimizi bu kabih (çirkin) hastalıklardan temizleyip, halis bir kalple Allah-u Zülcelal’e yönelmektir. Bu da ancak tasavvuf ile mümkündür.
Sonuç olarak tasavvufun aslı; Kur’an ve Sünnet yolunda yürümektir. Tasavvuf üstadlarının tarif ettiği yoldan, ne olursa olsun ayrılmamaktır. Bid’atleri, boş arzuları, nefsanî istekleri terk etmektir. Hürmet gösterilmesi gereken mübarek zatlara ve diğer mahlukata karşı saygıda kusur etmemektir. Bilhassa, virdlerin (alınan ders) devamlı yapılmasına dikkat etmektir. (bk. Ebu Abdurrahman Sülemi, Tabakatü’s-Sufiyye; 488, Ebu Kasım Nasrabadi’den naklen)
İşte tasavvufun aslı ve özü budur. Kim bu tarif edilen yoldan saparsa, muhakkak o, hak erleri makamından düşmüş olur.

Müctehid Alimlerin sözleri

Sadıklarla beraber olmanın gerekliliğine ayet ve hadislerin ışığında açıklık getirmeye çalıştık. Bütün bunlara ilave olarak müçtehid ulemanın sözlerinden de birkaç delil alarak konuyu neticeye bağlayacağız.

Muhaddis Ahmed b. Hacer Haysemi, Fetava-i Hadisiye isimli eserinde şöyle buyurmuştur: “Hülasa olarak Allah-u Zülcelal’e süluk eden şahıs için en güzel yol, bu söylenenlere vasıl olmak için, bir tabib-i azam olan mürşid-i kâmile tabi olup, tedavisinin altına girmektir.”

İmam Fahreddin-i Râzî (kuddise sırruh) Tefsir-i Kebir’inde Fatiha Suresi’ndeki: “(Ya Rabbi) bizi, o kendilerine nimet verdiğin mesutların yolu olan doğru yoluna hidayet eyle.” (Fatiha; 5-6)   “Bir kimsenin ancak bir mürşid-i kâmile teslim olup manevi dairesine girmek suretiyle, kendilerine nimet verilen kişilerin doğru yoluna hidayet olabilir.” diye işaret ettiğini söylemiştir.

Hüccet-ül İslam İmam-ı Gazali (kuddise sırruh), Sufiyyeye dahil olmanın ve onlarla beraber bulunmanın, farz-ı ayn olduğunu söylemiştir. (Şerh’ul Hikem li ibn Uceybe;1/7)

Çünkü hiçbir kimse kusurlardan ve manevi hastalıklardan beri değildir. Yalnız bu durumdan peygamberler hariçtir, manevi hastalıklardan ve kusurlardan kurtulabilmek için mutlaka bir mürşid-i kâmile teslim olup intisab etmek gereklidir, demektedir.

Tarikat ehline, Musa (aleyhisselam)’ın Hızır (aleyhisselam)’a yapmış olduğu şu teklif şeref olarak kafidir. Nitekim Allah-u Zülcelal, Kur’an-ı Kerim’de bu kıssayı hikâye ederek şöyle buyurmuştur: “Musa (aleyhisselam)’nın Hızır (aleyhisselam)’a “Sana öğretilen ilimden bana da öğretmen şartıyla sana tabi olabilir miyim?” (Kehf; 66)

Musa (aleyhisselam) Ulu’l-Azm peygamberlerden olduğu halde, Hızır (aleyhisselam)’a manevi ilminden dolayı mutabaat yapmayı ve kendisini bu konuda irşad etmesini teklif etmiştir.

Musa (aleyhisselam): “Ya Rabbi (bilmek istiyorum) yeryüzünde benden daha alim bir kimse var mı?” diye Allah-u Zülcelal’e münacaatta bulundu. Allah-u Zülcelal: “Evet kulum Hızır vardır.” buyurdu. Musa (aleyhisselam) onunla konuşmayı ve beraber olmayı murad etti. Allah-u Zülcelal’de onların buluşmasını sağladı. Musa (aleyhisselam), Hızır (aleyhisselam) ile bir araya geldiği zaman bu ayet-i kerimeyi ona söyleyerek kendisine tabi olmayı teklif etti.
İşte bu ayet-i kerime, tasavvuf ehlinin, bu manevi ilmi elde etmek için bir mürşid-i kâmile intisab etmesinin gerekli olduğuna en büyük delildir.

Ahmet bin Hanbel (radıyallahu anh) daha önceleri tasavvuf ve tarikatı tasvip etmediği halde, Ebu Hamza Bağdadi (kuddise sırruh)’u gördükten sonra tasavvuf ve tarikatın hak ve de gerekli olduğunu itiraf etmiştir. Hatta oğlu Abdullah’a: “Oğlum bu insanlardan ayrılma, onlarla beraber ol; bütün emirlerin (Allah-u Zülcelal’in tanınması, zühd, vera ve güzel âhlak) başı bunlardadır.” diye nasihatta bulunmuştur.

İmam-ı Gazâlî kendine bir mürşid arayıp bulduktan sonra, mürşidiyle beraber olmak sureti ile kendini yetiştirmeye çalışmıştır. Ve uzun zaman ondan istifade etmiştir.

İzzettin b. Abdüsselam mürşidi Hasan-ı Şâzelî’nin uzun zaman yanında bulunmuş ve sohbetlerine devam etmiştir. Hatta şöyle buyurmuştur: “Ben şeyh Hasan-ı Şazeli ile beraber olmadan önce kemalâtı ve İslam ahlakını bulamamıştım. Ancak onunla beraber olduktan sonra buldum.”

İmam-ı Gazali’ye “Hüccet-ül İslâm”, Şeyh İzzettin bin Abdüsselam’a da “Sultanü’l-Ulema” dedikleri halde ve ikisi de şeriatı ve zâhirî ilmi en üst düzeyde bilmelerine rağmen yine de bir mürşid-i kâmile intisab etmişler ve tarikata girmişlerdir.

Bütün bu deliller gün gibi aşikâr olduğu halde, bu ahir zamanda bizler niçin buna ihtiyaç duymuyoruz?

Halbuki Allah-u Zülcelal ayet-i kerime de şöyle emretmiştir:  “Ey iman edenler! Allah’tan korkun ve sadıklarla beraber olun.” (Tevbe;119)

Diğer bir ayet-i kerimede de şöyle buyurmuştur:   “Bana yüz tutanın yolunu tut.” (Lokman;15)

Bu ayet-i kerimelerden de anlaşıldığı gibi bir kimsenin bir mürşid-i kâmile intisab etmesi vaciptir. Hatta İmam-ı Gazali’nin buyurduğu gibi farz-ı ayn’dır. Çünkü sadıklarla beraber olmak, emir olarak bildirilmiştir.

Şeyh-ül Ekber İbn Arabi (kuddise sırruh) şöyle buyurmuştur: “Her zamanda Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer gibi içi dışı, sözü özü birleşen zevatlar bulunmaktadır. Onlara sadıklar denir. Çünkü onlar özleriyle imanlarında, fiilleriyle amellerinde, sözleriyle hallerinde sabit, doğru, müstakim, haktan ayrılmaz zevatlardır. Bunlarla beraber olmayı Allah-u Zülcelal emretmiştir.”

Peygamber Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) Haris b. Malik (radıyallahu anh)’a: “Ya Haris! Nasıl sabahladın?” diye sormuş, o da: “Hak bir mü’min olarak!” cevabını verince, Peygamber Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem): “Ne dediğine bak. Şüphesiz her hakikat için bir hakikat vardır. (Bunu ispat et) İmanın hakikati nedir?” buyurmuştur. Haris b. Malik (radıyallahu anh): “Ben nefsimi dünyadan çevirdim cennetteki mü’minlerin sanki birbirlerini ziyaret ettiklerini görüyorum. Cehennemdeki insanların da sanki ateşin içinde yuvarlandıklarını görüyorum. Allah-u Zülcelal’i Arş-ı Âlâ’da bariz (tecelli ettiğini) görüyorum.” deyince, Peygamber Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem): “Sen Hak bir mü’minsin haline devam et!” diye üç kere tekrar etti ve: “Kim kalbini nurlandırmak istiyorsa Haris’e baksın.” buyurdu. (Beyhaki, İman:VII/363,hd.10.592)

Tabi bu bakış manalı bir bakıştır. Zâhirî ve surî bakış murad edildiği gibi, râbıtadan murad olan manevi bakış da kastedilmiştir. Bu tür bir bakıştan dolayı insanın üzerine Allah-u Zülcelal’in rahmeti, feyzi ve bereketi geldiği için kalbi münevver (nurlandırmak) eder. İşte mürşid-i kâmillerin yüzüne bakmak da böyledir. Bu bakış ister zâhirî olsun, ister manevi olsun farketmez. Elde edilen menfaat aynıdır.

Tasavvufun önemi

Tasavvufun insan için önemini ve İslam dininin bir rüknu olduğunu şöyle ifade etmek mümkündür: Ashab-ı Kiram, Tabiîn ve Tebe-i Tabiîn İslam aleminin en hayırlı insanları olarak kabul edilmiş, bunun böyle olduğunu, bizzat Peygamber Efendimiz (s.a.v) açık olarak bildirmiştir.

İnsanların hayırlısı benim devrimdekilerdir. Sonra bunların arkasından gelenler ve onların arkasından gelenlerdir. Ondan sonra yalan yayılacak, onların sözlerine ve fiillerine itimat etmeyin.” (Buhari Kitâb’us-Şehadet Muslim Kitab’ul Fedailis Sahabe)

Bu konu da Abdülaziz Debbağ Hazretleri (ks) de Şöyle buyurmuştur. “Bu insanlar (Ashab-ı Kiram ve Tabiîn) hep Hakk’a bağlı, daima Hak’tan bahseden, uyandıkları zaman zikirle uyanan ve hareketleri ile Hakk’la beraber olan insanlardı. Müstesnası pek nadirdir.”

Ashab-i Kiram ve Tabiîn esasen özlerinde saf oldukları için onlarda hayır da çoktu. Vücütlarında, alınlarında, Hakk’ın nuru parlardı. Onlarda ilim zahir olmuş, görünür hale gelmişti. İçtihad derecesine ulaşmışlardı. Bu insanlardan sonra zulmet, Ümmet-i Muhammed’i boğmaya başladı. Niyetler bozuldu ve arzulara fesat karıştı. İşte, bu Selef’in adet ve yaşayışlarından uzaklaşılmaya başlandığı için tasavvuf ve tarikat insanlar için zorunlu hale gelmiştir.

Şer’i sorumluluk iki kısımdır:

1-Zâhiri amel,

2-Bâtınîamel,

Zâhirî amel; kişinin cismi ve azalarının yerine getirmesi gerekli emirler ve nehiylerdir. Bunlar, namaz kılmak, oruç tutmak, zekât vermek, zina yapmamak, hırsızlık yapmamak, içki içmemek gibi sorumluluklardır.

Bâtınî amel denilen; Kalbe yönelik olan emir ve nehiyler, birinci kısma binaen daha önemlidir. Çünkü insanın maneviyatı, zâhirî amellerine temel oluşturur. İmansız olarak yapılan ibadetin yerini bulması beklenebilir mi? Bunun için manevi amel, zâhirî amelden daha önemlidir. Nitekim Allah-u Zülcelâl, âyet-i kerimede şöyle buyurmuştur;     “…Kim Allah’ın Rahmetine müstehak olmak için Rabbiyle karşılaşmayı temenni ediyorsa salih amel yapsın, Allah’a ibadette şirk koşmasın.” (Kehf:110)

Allah-u Zülcelâl bu Ayet-i Kerimede kalbi halis tutmayı emretmektedir. Peygamber Efendimiz (s.a.v)’de Ashab-ı Kiram’a kalbin ıslahını emretmiş ve kalplerini o cihete “teveccüh” ettirmiş, yönlendirmiştir.

Bunun için kalbin gizli olan hastalıklardan temiz-lenmesinin gerekliliğini bildirerek şöyle buyurmuştur:  “Uyanık olun, insanın cesedinde bir et parçası vardır. Eğer o et parçası iyi olursa, bütün vücut iyi olur. Eğer o fesada uğrarsa bütün vücutta fesada (bozulmaya) uğrar. Dikkat edin o da kalptir.” (Buhari; Kitab’ul İman, Müslim; Kitabu’ul Miseka)

Allah-u Zülcelâl’in nazargâhı, yani insanları değerlendirmeye tabi tutarken baktığı yer insanların kalbidir. Peygamber Efendimiz (s.a.v) bu konuda şöyle buyurmuştur.  “Muhakkak Allah sizin cesetlerinize, suretlerinize bakmaz. Tam tersine, kalplerinize bakar.” ( Muslim; Kitabu’l Ber ve Sıla)

Bu hadis-i şerifte kalbin ıslahı için teşvik, kalbin temizliği için emir vardır. Öyle ise bizlere düşen görev, kalbimizdeki kötü sıfatları izale edip, yerine güzel ahlak ve Allah-u Zülcelâl’in hoşuna gidecek sıfatları yerleştirmektir. Çünkü insanın Allah’a karşı salih olabilmesi için kalbinin ıslah olması şarttır.    Allah-u Zülcelâl bir âyet-i kerimede;  “0 gün ne mal, ne de oğullar fayda vermez; Ancak Allah’a selim bir kalble gelen (fayda görür).” ( Şûara: 88-89 ) Başka bir âyet-i kerimede ise;  “İnsanların kalplerinin Allah’ı anması ve O’ndan inen gerçeğe, içten bağlanması zamanı daha gelmedi mi? Onlar daha önce kendilerine kitap verilenler gibi olmasınlar; onların üzerinden uzun zaman geçti de kalpleri katılaştı, çoğu yoldan çıkmış kimselerdir.” (Hadid; 6)

Bunun için insan kalbini kötü sıfatlardan, manevi hastalıklardan temizlemelidir. Bu kalb temizliği de ancak tasavvufu yaşamakla mümkündür. Tasavvufun ilk şartı, kalbi Allah’ın zatından başka her şeyden temizlemektir. Bunun anahtarı ise kalbi, Allah’ın zikrinde istiğrak (zikir nurunun kalbi kaplaması) haline vardırmaktır.

Evet, şânı anlatıldığı gibi olan bu tasavvuf yolunda, nasıl şüphe izi aranır. Bütün mümin kardeşlerimizi akılları ile şuurlu olarak düşünmeye davet ediyoruz. İslamın temel rükunlarından biri olan “ihsan makamını” yakalamak, ancak onun alameti olan tasavvufla mümkündür. Tasavvuf, emir ve nehiy tahtında sabretmektir. Tasavvuf, isterse kovsun, sevgilinin kapısına baş koymaktır. Yukarıda da sıraladığımız delillerin yanında, tasavvufun ısrarla üzerinde durduğu bâtınî amellerle ilgili ayet-i kerime varmıdır, diye bir soru gelebilir akla. Evet açıkça bâtınî niyet ve amellere işaret eden ayet-i kerimeler vardır. Bir örnek vermek gerekirse; Allah-u Zülcelâl şöyle buyurmuştur:  “Deki, ancak bizim Rabbimiz bâtınî ve zâhirî olan fevahiş (kötü) davranışları haram kılmıştır.” ( Araf / 33 )

Diğer bir âyet-i kerimede de:  “Zahiri ve bâtınî olan kötülüklere yaklaşmayın” (En’am, 151) buyurmuştur. Allah-u Zülcelâl nasıl zâhirî azalarımızla yaptığımız kötü hareketleri haram kılmışsa, bâtınî olan; kin tutmak, riya (gösteriş) da bulunmak, hased etmek gibi kötü hareketleri de haram kılmıştır. Öyle ise bu bâtınî olan kötü sıfatları da izale etme çabasına girmemiz gerekir. Bunun yegâne yolu da şânı büyük olan tasavvuf yoluna girmektir.

İbn-i Haldun (ks) şöyle buyurmuştur:  “İhlas ilmini okumak; ucub, riya, hased gibi manevi hastalıkları bilmek ve bunlardan muhafaza olmaya çalışmak farz-ı ayndır (her müslümana farzdır). İnsanın nefsi için her birisi birer afet olan kibir, gazap, cimrilik, ihanet gibi hastalıkları bilmek ve kendini bunlardan muhafaza etmek de farz-ı ayndır.”

Peygamber Efendimiz (s.a.v);  “Kalbinde zerre kadar kibir bulunan, cennete giremez” (Muslim; Kitab’ul İman ) buyurmustur.

Tüm bunlardan sonra bizim için en önemli görev, kendimizi bu kabih (çirkin) hastalıklardan temizleyip, halis bir kalble Allah-u Zülcelâle yönelmektir. Bu da ancak tasavvuf ile mümkündür.

Sonuç olarak tasavvufun aslı; Kur’an ve Sünnet yolunda yürümektir. Tasavvuf üstadlarının tarif ettiği yoldan, ne olursa olsun ayrılmamaktır. Bidatleri, boş arzuları, nefsanî istekleri terk etmektir. Hürmet gösterilmesi gereken mübarek zatlara ve diğer mahlukata karşı saygıda kusur etmemektir.

Bilhassa, virdlerin (alınan ders) devamlı yapılmasına dikkat etmektir.

İste tasavvufun aslı ve özü budur. Kim bu tarif ettiğimiz yoldan saparsa, muhakkak o, hak erleri makamından düşmüş olur.

Tasavvuf ilminin doğuşu ve gelişimi

Tasavvufun amelî-hâlî ve temel esasları itibariyle, vahyin gelişiyle birlikte, bizzat Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem tarafından hayata geçirildiği, önceki bölümde belirtilmişti. Özellikle Mekke devri, daha çok dini-ahlakî prensiplerin yer aldığı bir rûhî olgunluk kazanma dönemi olmuş ve sahabe-i kiram; bu usûl üzere, bütün ümmetin mürşid-i kamili, Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem tarafından yetiştirilmiştir.
Tasavvufun müstakil bir ilim olmaya başlaması ise diğer temel İslâmî ilimler olan; Fıkıh, Tefsir, Akaid ve Hadiste olduğu gibi asr-ı saadetten iki-üç asır sonradır. Aynı şekilde, bu ilimler de esasları itibariyle, Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem zamanında mevcut olmakla beraber, henüz ihtiyaç hissedilmediğinden tedvîn edilmemiş, düzenli birer ilim dalı olarak ortaya konulmamıştır.
Tasavvuf ve diğer İslâmi ilimlerin bir ihtiyaç haline gelmesi, sahabe-i kiram ve tabiînden sonraki dönemlerde, dinin aslından uzaklaşılması sebebiyledir. Resulullah sallallahu aleyhi ve                  sellem’in tebliğ ettiği hakikî din nuru gizlenip, itikatta sapıklıklar, fikirler arasında ihtilaf vaki olmaya başladı. Cehalet insanlara galebe çalınca; eski adet, gelenek ve görenekleri ibadetlerle karışır, bazen de onların yerini alır hale geldi.
İnsanlar kendi hak bildiği yolda gitmeye ve dünyaya çokça meyletmeye başladı. Dini hükümler ve kurallar, esasları yönünden ikinci plana itilerek, ayetler ve hadisler siyasi veya şahsî amaçlarla indî yorumlara tabî tutulmaya başlandı. Yalnız bir topluluk, salih ameller işlemek, ıssız yerlerde uzlete çekilerek zikir ve ibadetle uğraşmak yolunu seçti.
Sonraları zaviyeler, tekkeler ve hânkahlar inşa edilince; arı-duru kulluk mücadelelerini daha sistemli bir şekilde sürdürmeye koyuldular. Salih amellere devam ve tashih-i itikad sonucunda; güzel haller meydana gelmeye, saf zihinler ve cilalı gönüller,  marifet-i ilahiyi almaya, yudum yudum tatmaya başladı. Böylece taklidî imandan, tahkiki imana geçtiler.
İmam Kuşeyrî kuddise sırruh’un “Risale”si gibi tarihî kaynaklara göre, ilk tekke Suriye’nin Remle şehrinde bulunan Ebû Hâşim Tekkesidir. İlk defa Sûfî ismini alan da bu zattır. (ö. 150/767)
Ardından Sufiyye mesleğine ilk hareket veren şahıs; Süfyân-ı Sevrî kuddise sırruh hazretleridir.  Râbiatü’l-Adeviyye, Şeybetü’r-Râî o devrin feyiz pınarlarındandır. Sonraki asırda, tasavvufun yayılmasına en çok hizmetleri geçen zatlardan ikisi; Zinnun-i Mısrî (ö. 245/859) ve Bayezid-i Bestâmî’dir.
İşte tasavvuf ilmi böyle bir ortamda, önceleri Evliyaullah’ın sözleri ve hallerinin anlatımından ibaretken; sonraları Cüneyd-i Bağdadî kuddise sırruh (ö. 279/908) gibi zatlarında eser vermesiyle düzenli bir ilim haline gelmeye başladı. Aslında, zahir ilimlerde eser verilmesi bir ilmin olgunluğuna delil olabilmekteyse de, tasavvuf ilmi gibi manevi bir sahada asıl delil, yine tasavvuf üstadlarının kendi hal ve idraklarıdır, kavrayışlarıdır.
Yani, nasıl fıkıh sahasında; Kur’an-ı Kerim ve hadisten sonra fâkih alimlerin ilmî mülahaza ve görüşleri, bizim için amel yapılabilecek sağlam bir görüş oluşturuyor ve onların bu zahîrî içtihadlarına tabi oluyorsak; aynı şekilde manevî-ruhî hayatımızda da esası Kur’an ve Sünnet’le sabit olan, zikir, fikir, nefis tezkiye ve muhasebesi, râbıta, hatme (zikir meclisi) gibi batınî mesele-lerde de manevî görüş ve içtihad sahibi olan tasavvuf büyüklerine, mürşid-i kamillere tabi olmalı, onları taklit etmeliyiz.
Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem, dört büyük halife olan Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer, Hz. Osman ve Hz. Ali radıyallahu anhüm’e ayrı ayrı zikirler telkin etmiş, ancak bunlardan ikisi yaygınlık kazanmıştır.
Hz. Ebu Bekir radıyallahu anh Efendimizden neşet eden tarik, Sıddıkiyye ismi ve “hafî” (gizli) zikri ile vasıflanırken; Hz. Ali radıyallahu anh Efendimizden de “cehri” (açıktan) zikir ile vasıflanan tarikatlar ortaya çıkmıştır.
Bu iki ana koldan ayrılan tarikatlar ise yukarıda izah ettiğimiz sebeplerden dolayı, farklı tatbik şekilleri kazanmıştır. Bazı mürşid-i kamiller, yeni bir usul vaz etmeyip kendilerinden önceki üstadının mesleğini devam ettirmişlerdir.

Etiketler:

Malasef Yorumlar Kapalı.