Kategoriler
Tavsiye Siteler
Son Yazılar
Son yorumlar
12 yıl önce tarafından yazıldı, 238 kez okundu ve hakkında yoruma kapatıldı.

Mucize, Keramet ve İlim ilişkisi 1

Bismillahirrahmanirrahim

Âlemlerin Rabbi Allah’a Hamd Resulüne, Efendimize salat ve selam olsun.

Bu çalışmamızda Kuranı kerimde anlatılan Peygamberlerin (a.s) gösterdiği bazı mucizelerin ilmi olduğunu, daha doğrusu Mucizenin başlı başına bir ilim olduğunu ve geçmiş ümmetlere gösterilen mucizelerin aslında o toplumlarda o an var olan ilimlerle alakaları olduğunu, bu ümmete geçmişte gösterilen mucizelerin benzerleri ilmi olarak verildiğini veya verileceğini irdeleyeceğiz. Bunu da yaparken bir iddia olarak değil, sadece kuranda anlatılan mucizelerin ilimle irtibatını mülahaza etme adına yapacağız. Tevfik Allah tandır.

Mucize Kudretin karşıtı olan “acz” kökünden if’al babında “i’caz” mastarından türetilen bir ism-i fail olarak “âciz bırakan, karşı konulamayan, benzeri yapılamayan, hârika” anlamında bir terimdir. Gerçekte mucize; tabiat kanunları ve âdetler üstü, fevkalâde, harika bir olaydır. Hak Teâlâ onunla inkârcıları, bir benzerini getirmekten aciz bırakır; peygamber olarak seçtiği zatı tasdik eder, peygamberlik iddiasının doğruluğunu ispat etmek için onda âdetler üstü harika bir şey gösterir. İşte bu, onun peygamberliğini ispat eden bir delil yani bir mucizedir. Bir harika olan mucizenin iki ana özelliği vardır. Bunlardan biri; “meydan okumak” diğeri, inkârcıları “aciz bırakmaktır. Ehl-i Sünnet âlimleri, mucizeyi, keramet gibi diğer harikalardan ayıran unsur ve şartları dikkate alarak çeşitli ifadelerle tarif etmişlerdir. Bunlardan en uygun ve açık olanı şöyledir; Mucize; Peygamberlik iddiasında bulunan ve inkârcılara meydan okuyan zâtın bu iddiasının doğruluğunu tasdik etmek için, Hak Teâlâ’nın, onun vasıtasıyla izhar ettiği ve onları bir benzerini ‘mislini) yapmaktan âciz bırakan, tabiat kanunları ve âdetler üstü harikulâde bir hadisedir (Taftazânî, Şerhul-Akâid en-Nesefiyye; Kahire 1939, s. 459-460; Diğer tarif için bk. el-Cürcânî, Şerhu’l-Mevâkıf, III,177; el-Cezirî, Tavdîhu’l-Akâid, 140)

Bu izahlardan da anlaşılacağı üzere Mucize bir Peygamberin doğruluğunu ispat için Rabbimizin o Peygamberin elinde yarattığı delildir. Bizler Müslümanlar bu mucizelere şeksiz iman ederiz. İşte bizimde bu çalışmada dikkat çekmek istediğimiz şey, O gösterilen harikanın gösteren peygambere verilen bir ilim mi, yoksa değil mi, Nübüvvete mahsus bir olgumu olduğunu Kuranın ifadeleriyle açıklığa kavuşturmak ve başka bir bakış açısı sergilemektir. Çünkü bu hususta Kuranda dikkat çeken ayetler çoktur. Bu ayetler dikkatlice incelendiğinde gösterilen mucizelerin birer ilim ve o dönemde gösterilen kavimlerin ilimleriyle de alakalı olduğunu görürüz. Bu gösterilen mucizelerin bazısınınsa bu Ümmete İlim olarak verildiği de görülür. Konumuza Süleyman (a.s) kıssasıyla ilgili ayetlerle giriyorum.

Kuranı kerimde Davut (a.s) ve Süleyman (a.s) dan bahseden ayetlerde rabbimiz şöyle buyurur: Andolsun! Biz Dâvûd’a ve Süleyman’a ilim verdik. Onlar, “Hamd, bizi mü’min kullarının birçoğundan üstün kılan Allah’a mahsustur” dediler. (Neml 15)

Ayette de açıkça görüleceği üzere Rabbimiz Davut (a.s) ve Süleyman (a.s) peygamberlere ilim verdik buyuruyor. Bu ayette dikkat çeken diğer bir hususta bu iki Peygamberin üstünlüğü kazanmaları verilen ilim ile olmuştur. Süleyman (a.s) kıssasında en dikkat çeken hususlardan biri de Bel kısın tahtının getirildiğini anlatan ayetlerdir. Malumunuz bu ayetlerde Peygamber olmadığı halde o tahtı getiren bir kuldan bahsedilir ve onun hakkında da kitaptan ilim verdiğimiz diye söz ederek Rabbimiz ilmi özellikle vurgulamıştır. Ayette:

“(Süleyman, yanındaki istişare cemaatine şöyle dedi: “Ey cemaat, onlar (Belkıs ve kavmi), bana Müslüman olarak gelmezden önce, onun (Belkıs’ın) tahtını hanginiz bana getirir?” Cinlerden bir ifrit dedi: “Sen yerinden kalkmadan önce getiririm. Muhakkak onu taşımağa gücü yeten güvenilir bir kimseyim.” Kendinde kitaptan bir ilmi olan biri de şöyle dedi: “Ben gözünü kırpmadan önce onu sana getiririm.” Derken Süleyman, tahtı yanında duruyor görünce dedi ki: “Bu Rabbimin fazlındandır. Beni imtihan etmek içindir. Şükür mü edeceğim, yoksa nankörlük mü yapacağım?” (Neml 38-40).

Ayette dikkatimizi çeken birkaç noktayı izah edelim. Kitaptan ilim verildiği söylenen kul Cinlerden de Meleklerden de değil bir insandır nitekim Neml 17 :  Süleyman’ın, cinlerden, insanlardan ve kuşlardan meydana gelen orduları onun önünde toplandı. Hep birlikte düzenli olarak sevk ediliyorlardı. Ayetinden de Süleymanın (a.s) istişare heyetinde insanların olduğu açıkça anlaşılmıştır. Zaten Müfessirlerin çoğunluğu bu görüştedir ve eserlerinde bu şahsın Hızır (a.s), Asaf ibnu Belhaya veya Berhaya veya Zunnundur diye, rivayet farklılıklarıyla ifade etmişlerdir.

İkinci husus bu zatın ilim aldığı kitap hangi kitaptır. Bu Hz. Davut’a (a.s) verilen Zebur olmadığı aşikârdır. Hem Zebur ilahilerden hikmetli sözlerden bahseden bir kitaptır, hem de dini kitaplarda böyle bir tekniğin ilmi detaylı anlatılmamaktadır.  Üçüncüsü Cinlerinde bu ilme sahip oldukları ama tahtı getiren zatın ondan daha hızlı bir teknik veya ilmi bilgisi olduğunu anlıyoruz.  Bu harikuladenin mucize olmadığı, ilme dayalı olduğu açıktır. Eğer bildiğimiz dar çerçevede ifade ettiğimiz Peygamberlere mahsus olan mucize olsaydı hem cinin hem de tahtı getiren zatın bunu yapamamış olması gerekirdi. Bu zatın gösterdiği bu harikuladenin dinde malumunuz tanımı keramettir. Demek ki Evliyalarda tezahür eden Kerametler de birer ilimdir. Her ikisi de Rabbimizin harikuladeyi gösteren şahsın elinde bunu yaratmasıdır. Aradaki fark ise Peygamberler (a.s) Mucizeleri ispat için gösterir ama bir veli veliliğini ispat için bunu yapmaz, tam tersine elinden geldiğince bu özelliği saklar.

O halde bu söz konusu kitap Levhi Mahfuz olabilir mi? Yoksa müstakil bu ilimlerin yazılı olduğu ve Süleyman (a.s) döneminde yazılan ayrı bir kitap mıdır? Bu soruların cevabını Süleyman (a.s) döneminde yazılan kitaptan başlayarak arayalım. Bu ayetlerin tefsirinde böyle bir kitaptan yani Hz. Süleyman’ın (a.s) ilmini ihtiva eden kitapların varlığı, ölümünden sonra bunları cinlerin gömüldükleri yerden çıkardıkları vs. şeklinde İsrailiyattan haberler mevcuttur. Bize göre böyle bir kitap olsaydı birincisi tahtı getirmeden bahseden ayette insanın cinden daha hızlı davrandığı ifade edilir ki eğer bu kitabı her iki cinste okudu ve biliyorsa ikisinin de aynı hızda olması aynı bilgiyi sergilemesi icap ederdi. Oysa tekniğin ve bu getirme ilmine her iki cinsinde sahip oldukları ve bir birine benzerliği ifade edilmekle beraber tahtı getiren zatın bunu daha iyi bildiğini aradaki hız farkından rahatça anlıyoruz. Bunun boyut farkından kaynaklandığı da iddia edilemez çünkü ayetten çok net anlaşılıyor ki cinler o dönemde insanlar tarafından en azından istişare heyetin deki insanlar tarafından görülüyorlardı. Buda aynı boyutta olduklarını gösterir. Yeri gelmişken günümüzde cinlerin insanlardan daha hızlı hareket ettiklerini söyleyenlerin bu iddiasını ayet çürütmektedir. Zaten onlar bizim boyutumuza nazaran kendi boyutlarında hızlıdırlar yoksa bir insan onların boyutuna girmiş olsa onların zamanı yavaşlar onlardan daha hızlı hareket eder. Bu ehli keşifçe bilinen bir şeydir.  İkincisi böyle bir kitap olsaydı günümüze kadar bilinirdi. En azından cinler tarafından bu zamana kadar insanların aleyhine kullanılırdı. Bu kitabın aslında var olduğu ama bu tür ilimlerden değil de Harut ve Marutun öğrettiği Sihir ve büyü ile alakalı ilimleri içerdiği ve bu ilmin cinlerin bazıları tarafından hala bilindiği bilinen bir şeydir.  Bu tahlillerden sonra diğer seçeneğimize geçiyoruz yani Levhi mahfuz seçeneği.

Levh-i Mahfuz (Kitab-ı Mübîn) ilmi, Allah’a has olan gayb kitabıdır. Olmuş olacak Her şeyin yazılı olduğu ve Ana kitab diye nitelenen bir kitaptır. Bu kitabın olması daha akla uygundur. Eğer denilse ki madem her şeyin yazılı olduğu bir kitap Bu durumda Peygamberlerin ve velilerin her şeye muttali olması gerekmez mi? Deriz ki Rabbimiz kime ne kadar ilim dilemişse o kadarını bildirmiştir. Beşer olmaları hasebiyle tersine ilimleri Peygamber ve velilerin kısıtlıdır. Rabbimiz Levhi mahfuzda ki ilimden istediği kadar istediği şahsa verebilir mutlaka bu kitabın tamamını bilecekler diye bir şey yoktur. Diğer bir husus Peygamberler (a.s) Nübüvvet görevleri icabı Levhi mahfuza vakıf olabilirler ama Veliler olamazlar denilirse Vakıa 79 “ona ancak temiz olanlar dokunabilir” ayetinde ona ifadesinin tefsirinde müfessirlerin çoğunluğu “onun” Levhi mahfuz olduğunu zikretmişlerdir. Burada ki temizlikte elbette ki hem maddi hem de manevi, kalbi temizliktir ki Peygamberler ve Veliler her iki temizliğe de sahip kişilerdir. Ayette açıkça temiz olanların bu kitaba el sürebileceği vakıf olabileceği anlatılır ve temiz olanlar ifadesiyle kısıtlama getirmez temizlenen herkesi içine alır. İkincisi Eğer Peygamberlere mahsus olsaydı yukarda ilgili ayetlerde bahsedilen zatında Peygamber olması icap ederdi ama olmadığı açıktır. Kehf suresinde Musa (a.s) ve Hızır (a.s) kıssasının anlatıldığı ayetlerde de Hızırdan için kitaptan ilim verilen dendiği ama Peygamber olmadığı Veli bir zat olduğu çoğunluğun görüşüyle bilinen bir şeydir.

Bu kıssada dikkatimizi çeken diğer bir ifade ise neden Hz. Süleymanın (a.s) Belkısın tahtını getirmeyi istediğini ortaya koyuyor. Hz. Süleymanın (a.s) mektubu Belkısa ulaşınca belkısın istişare heyetinin kullandığı ifadelerden onlarında belli bir güce sahip olduklarını anlıyoruz.

“Ey ileri gelenler! Durumum hakkında bana görüş bildirin. Sizler yanımda bulunmadıkça hiçbir işe kesin olarak karar vermem.” Dediler ki: “Biz güçlü kimseleriz ve çetin savaşçılarız. Emir senin. Ne emredeceğini düşün.” Neml 32-33

Bu ayetlerde görüleceği üzere Sebe halkı belli bir kültüre sahip güçlü bir kavimdir. İşte onların ulaşamadığı teknik, ilim Tahtı getirilerek Belkıs aciz bırakılacak ve Hz. Süleymanın (a.s) bir Peygamber olduğuna tam kanaat getirecek. Nitekim aşağıda da verdiğim Neml 44 ayetin sonunda Belkısın bu Harikalar karşısında iman ettiği görülür.

O dönemde Sebe halkının gücünü yansıtma ve onlara verilen nimetleri anlama adına kuranda:

Andolsun, Sebe’ halkı için kendi yurtlarında bir ibret vardı: Biri sağda biri solda iki bahçe bulunuyordu. Onlara şöyle denilmişti: “Rabbinizin rızkından yiyin ve O’na şükredin. Beldeniz güzel bir belde, Rabbiniz de çok bağışlayıcı bir Rabdir.” Fakat onlar yüz çevirdiler. Biz de üzerlerine Arim selini gönderdik. Onların bahçelerini ekşi meyveli ağaçlar, acı ılgın ve biraz da sedir ağacı bulunan iki bahçeye çevirdik. (Sebe 15-16) buyrulur.

Bu ayetleri kısaca tahlil sadedinde Sebe, Yemen bölgesinde yaşayan bir kavmin adıdır. Sebeliler, çok verimli topraklara sahiptiler ve bu sayede de medeniyetlerini oldukça geliştirme imkanı bulmuşlardı. Yüksek bir yaşam seviyesine sahip olan bu topluluk, göz kamaştırıcı güzellikte bağ ve bahçelere sahipti. Yağmur suları, inşa edilen su seddinde (Baraj) toplanmakta ve kanallar vasıtasıyla ekili araziler mükemmel bir şekilde sulanmaktaydı. İki dağ arasında inşa edilen bu set, meşhur ve tarihi Ma’rib seddidir. (İbn Kesir, Tefsirul-Kur’anil-Azim, İstanbul 1985, VI, 491)

Marib’deki bu barajın yüksekliği 16 metre, genişliği 60 metre ve uzunluğu da 620 metreydi. Hesaplara göre; baraj aracılığıyla sulanabilen toplam alan 9.600 hektardı ki, bunun 5.300 hektarı güney, geri kalanı ise kuzey ovasına aitti. Bu iki ova, Sebe kitabelerinde bazen “Marib ve iki ova” diye anılırdı. İşte ayetteki “sağdan ve soldan iki bahçe” ifadesi, muhtemelen bu iki vadideki gösterişli bağ ve bahçelere işaret eder. Bu baraj ve sulama tesisleri sayesinde bölge, Yemen’in en iyi sulanan ve en verimli yeri olarak ün yapmıştı.

Bu baraj, MS. 5. ve 6. yüzyıllarda geniş çaplı onarımlar görmüştü. Ancak bu onarımlar barajın MS. 542 yılında yıkılmasını önleyemedi. Bu tarihte yıkılan baraj, ayette bahsedilen “Arim seli”ne yol açmış ve büyük tahribata neden olmuştu. Sebe halkının yüzlerce seneden beri işletmekte olduğu bağları, bahçeleri ve tarım alanları tamamen yok olmuştu. Barajın yıkılmasından sonra Sebe kavminin de hızlı bir gerileme sürecine girdiği görülmektedir; barajın yıkılmasıyla başlayan bu sürecin sonunda Sebe Devletinin de sonu gelmiştir. (Mercek Dergisi 7 sayı (Ocak 2002) 34)

Bu ayetlerden hareketle Bu ümmete verilen veya verilecek olan ilim

Birincisi Velilerin kerametleri arasında bilinen Bast-ı zaman (Az zamanda çok uzun bir zaman yaşamış olmak.) ve Tayyi Mekan (Mekânı ortadan kaldırmak. Bir şahsın bir anda muhtelif yerlerde görünmesi.) gibi mevcut olan bir harikaya işarettir. İkincisi maddenin transferi veya Temessülü şeklinde bir tezahürüdür ki bunun bir benzeri günümüzde TV ve internet aracılığıyla tezahür etmiştir. Yani bir şahıs binlerce yerde aynı anda gözükebilmektedir. Bildiğim kadarıyla Maddenin tam bir şekilde transferi üzerine bilim adamları hala çalışıyorlardır. Belki ilerde başarırlar. Allahu alem bissavab

Sebe halkına verilen gücün benzeri teknik ve ilmi olarak da bu zamanda verilmiş Tarım ve sulama alanında gelişmeler olmuştur. Yine baraj ve santrallerin enerji kaynaklarının kullanım teknik ve ilimleri de verilmiştir. İlerde belki daha nice nükleer enerji ve gelişmeler nimet olarak verilecektir.

Hz. Süleyman (a.s) kıssasında diğer bir ayette camdan yapılmış bir köşkün ifade edildiği ayettir.

Ona (Belkısa)“köşke gir” denildi. Köşkü görünce onu (zeminini) derin bir su sandı ve eteklerini topladı. Süleyman, ona “Bu, (zemini) billurdan döşenmiş bir köşktür” dedi. Belkıs, “Ey Rabbim! Şüphesiz ben nefsime zulmetmiştim. Şimdi ise Süleyman ile birlikte âlemlerin Rabbi olan Allah’a teslim oldum” dedi. (Neml 44)

Bu ayetlerde suyun üzerine kurulmuş zemini şeffaf, billurdan yapılmış köşkün ilmi, inşaat, mühendislik ve mimarlıktan başka, demircilik, marangozluk, camcılık tezyîn, dekor vs. gibi bilgileri de gerektirdiği aşikardır. O zamanda bu kadar ilimler ve teknolojik gelişmeler varmıydı buda ayrı bir mevzu. Ama şurası muhakkak ki bu ümmete Rabbimiz bu ayetlerin içeriğinde saklı olan inşaat, mühendislik, mimarlık vs. gibi ilimleri verdiği ve her geçen gün teknolojik gelişmelerin buluşların yaşandığı kesindir. Hz. Süleymanın (a.s)  bu köşkü mucize eseri değil bir ilimle yaptığı aşikârdır.

Sebe suresinde geçen Diğer bir ayette:

Süleyman’ın emrine de, sabah esişi bir ay, akşam esişi de bir ay(lık yol) olan rüzgârı verdik. Erimiş bakır ocağını da ona sel gibi akıttık. Cinlerden de Rabbinin izniyle onun önünde çalışanlar vardı. İçlerinden kim bizim emrimizden çıkarsa, ona alevli ateş azabını tattırırız. Cinler, Süleyman için dilediği biçimde kaleler, heykeller, havuz gibi çanaklar ve sabit kazanlar yapıyorlardı. Ey Davûd ailesi, şükredin! Kullarımdan şükredenler pek azdır. (Sebe 12-13)

Sad (37-38) Bina ustası olan ve dalgıçlık yapan her bir şeytanı, bukağılara bağlı olarak diğerlerini de, onun emrine verdik. Buyurulur.

Bu ayetler de dikkatimizi çeken mucize olarak Hz. Süleymana (a.s) verilen ve yukarda da temas ettiğim Tayyi mekanın gerçekleştiği rüzgarın sayesinde bir esişiyle bir aylık mesafeyi kat ettiği vurgulanır ki bu kısa zamanda uzun mesafeleri aşma, gitme velilerin kerametleri arasında bulunmakla beraber bu gün teknolojik gelişmeler neticesinde Gemi, Otomobil, Uçak vs. gibi vasıtalarla çok kısa sürede bir çok uzak mesafeye ulaşılıyor. Bu ilminde benzerini Rabbimiz bizlere ihsan etmiştir. İkincisi Bakır ocağından bahseden ifade de bu ümmete sanayi ve madenler demir, çelik, bakır, bronz, kömür, Fabrika vs. ilmi gelişmeler olarak verilmiştir. Üçüncüsü Cinleri çalıştırdığı ifadelerinde ise bu hususun Velilerce tam olarak uygulandığı aşikardır. Havass  İlimleriyle meşgul olan bazı alimlerinde kısmen de olsa bu varlıklarla irtibatı olduğu ve hizmetlerinde kullandıkları bilinen bir şeydir. Belki İlerde bu ilimle meşgul olanların ayetin ifade ettiği alanlarda da açıkça çalıştırabileceklerine, deniz altı ve uzay keşiflerinde de kullanıla bileceklerine vurgu yapılmış olabilir.  Allahu alem bissavab.

Hz. Süleyman (a.s) kıssasında dikkat çeken diğer bir hususta hayvanların dillerini bilmesidir.

Süleyman, Dâvûd’a varis oldu ve, “Ey insanlar, bize kuş dili öğretildi ve bize her şey verildi. Şüphesiz bu, apaçık bir lütuftur” dedi. (Neml 16)

Nihayet karınca vadisine geldikleri vakit bir karınca, “Ey karıncalar! Yuvalarınıza girin, Süleyman ve ordusu farkına varmadan sizi ezmesinler” dedi. (Neml 18)

Bu ayetlerde Hz. Süleymanın (a.s) kuşlarla, karıncalarla konuştuğu ve dillerini bildiği açıkça ifade edilmiştir. Bizler bu tür vakıaların velilerde de Keramet olarak zuhur ettiğini biliyoruz tasavvuf kaynaklarında hal dili diye nitelendirilen bu husus kıssalar olarak mevcuttur. Mesela Yunusun bir şiirinde sordum sarı çiçeğe sen beni bilirmisin çiçek eydur derviş baba sen yunus değil misin bu kabildendir.

Umuma bakan kısmına gelince araştırıldığı takdirde, insanoğlu, hayvanların bile muhabere sistemine girebilecektir. Hz. Süleyman’ın (a.s) bu mucizesini aktaran Kuranı kıssa, sesi işitilebilen pek çok hayvanın -belki de tamamının- muhabere sistemlerine insanların girip onları, insanlığın lehinde bir kısım mühim hizmetlerde istihdam edilebileceklerine semavî bir irşad olmaktadır. Son çekirge istilasının, bir kere daha hatırlattığı, Bediüzzaman’a ait mevzumuzu ilgilendiren bir mülahaza şöyle: “… Meselâ çekirge afetinin istilâsına karşı, çekirgeyi yemeden mahveden sığırcık kuşlarının dili bilinse ve harekâtı tanzim edilse, ne kadar istifadeli bir hizmette ücretsiz olarak istihdam edilebilir. İşte kuşlardan şu nevi istifade ve teshiri ve telefon ve fonoğraf gibi câmidatı konuşturmak ve tuyûrdan istifade etmek; en münteha hududunu şu âyet çiziyor. Diyor. (İ.Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/373)

Diğer bir ayette Hz. Davuta (a.s) verilen demirin yumuşatıldığı ile ilgili ayette:

“(Bütün vücudu örtecek) zırhlar yap, işçilikte de ölçüyü tuttur diye demiri ona yumuşattık. “Salih amel işleyin. Çünkü ben sizin yaptıklarınızı görürüm” diye vahyettik. (Sebe 11) buyrulur.

Bu ayette de görüleceği üzere Rabbimiz Hz. Davuta (a.s) Lütüf ve mucize olarak demirden zırh yapma sanatını öğretmiştir. Bu ayetten ve Nuh (a.s ) ile ilgili ayetlerden anlıyoruz ki demircilik ilk Hz. Davutla (a.s) başlamış değil bilakis var olan ama pek gelişmemiş olan demircilik Hz. Davutla (a.s ) yeni bir şekil kazanmış gelişmiş ve zırhlar yapma işi öğretilmiştir. Bu da o dönemde var olan bir ilmin zanaatın geliştirilmesidir. Nuhun (a.s) Gemisi ayetlerine girmeden bu ayetlerden de günümüze bakan ve bizlere ilim olarak verilen şeyler demir, çelik, bakır, bronz gibi madenlerin işletilmesi onlardan türlü, türlü faydalanarak daha genişletilmiş bir şekilde verilmiştir.

Nuh’a (a.s ) verilen mucize gemi ile ilgili ayetlere gelince ayette:

Biz Nûh’u çivilerle perçinli levhalardan oluşan gemiye bindirdik (Kamer 13)

Âyette Zâtı elvâh ve düsür olarak tasvir edilen elvâh, levhalar demektir. Levha tahtadan olmalıdır. Düsür, lügatte gemi levhalarını birbirine rapteden liften yapılmış ip mânasına gelir.(Elmalı Tefsir kamer 13)

Bu kelimeden, o vakit, henüz mâdenî çivinin bilinmediği; dolayısıyla, tahtaların ana kalaslara iplerle raptedildiği mânası çıkabilir. Ancak, ağaçlardan tahta levhaların elde edilmesi, mutlaka balta, testere gibi mâdenî âletlerin varlığını zarurî kılacağından, mâdenciliğin bilindiği de anlaşılır. Öyle ise, düsür ile, mâdenî çivilerin kastedilmiş olması daha kuvvetli ihtimaldir. Nitekim, çoğunluk itibariyle müfessirler de düsür’den çivi ve perçini anlarlar.

Şu halde, bizzat ayetlerden hareket ederek, balta ve testere gibi madenî aletlerin imalinde gerekli olan bir sanayi dalının (metalürji), ta Hz. Nuh aleyhisselâm zamanında var olduğuna hükmedilebilir. Bu da bize, çekiç, örs, kerpeten, iğne, gürz gibi âletlerin mevcudiyetini ta Hz. Âdem aleyhisselâm devrine kadar uzayan rivayetlerin sıhhati hususunda kanaat verir.(İ.Canan Kütübü sitte)

Nuh (a.s) kıssasında diğer dikkat çeken bir ifade de Müminun 27 ayetinde geçen Tennur ifadesidir. Ayette:

Bunun üzerine Nûh’a, “Bizim gözetimimiz altında ve vahyimize göre o gemiyi yap” diye vahyettik. “Bizim emrimiz gelip de tandır kaynamaya başlayınca, (sular coşup taştığında Nûh’a) dedik ki: “Her cins canlıdan (erkekli dişili) birer çift, bir de kendileri aleyhinde daha önce hüküm verilmiş olanlardan başka aileni gemiye al ve zulmeden kimseler hakkında bana hiç yalvarma! Şüphesiz onlar suda boğulacaklardır.” (Müminun 27) buyrulur.

Bu ayette geçen Tennur (Fırın) ifadesi bizimde Türkçede kullandığımız tandır kelimesidir zaten Tennurun bozmasıdır.  Aynı Tennur Kelimesi Hud 40 ayetinde geçer. Bazı Müfessirler Bu kelimeden hareketle Nuhun (a.s) gemisinin Buharlı bir gemi olduğunu söylerler. Bu durumda Nuh’un (a.s) gemisi deniz taşımacılığında bir ilk olmadığı anlaşılabilir. Daha evvel basit sandal kayık vs. şeklinde olan deniz vasıtaları Hz. Nuhla (a.s) beraber geliştirilmiş olabilir. Zaten bu Gemi anlaşılan sıradan tahtalarla, buharsız küçük bir Gemi ise o zaman

Gemi, dağlar gibi dalgalar arasında onları götürüyordu (Hud 42) ayetinde ifade edilen Dağlar kadar büyük dalgalara dayandığı gerçeğini nasıl göz ardı edebiliriz. Hem her hayvandan bir çift alabilecek kadar büyük ayetin ifadesi ile bir gemi basit olmaması gerekir. Bu ifadelerden de net bir şekilde anlaşılıyor ki bu Gemi zamanına göre gelişmiş dayanıklı buharlı gerçekten Mucize olan bir gemidir. Allahu alem Bissavab

İşte Nuh’a (a.s) verilen bu mucize deniz vasıtası şuan bu ümmete de daha değişik ve çeşitli olarak verilmiştir. İlerde Rabbimiz kim bilir neler daha verecektir.

Buraya kadar verilen bilgilerden hareketle Geçmişte de Günümüzde olduğu gibi bazı dönem ve kavimlerin ilmi gelişmeleri olmuştur. Nitekim Kur’ân-ı Kerîm’de gelmiş bulunan birçok âyette, bir kısım geçmiş milletlerin kuvvetçe daha ileri, mal ve evlatça daha çok oldukları (Tevbe 69, Fâtır 41, Muhammed 13 vs.) ve yeryüzünde daha çok ve daha sağlam eserler bıraktıkları (Mü’min 21, 28) ifade edilir. O kadar ki, “Anahtarlarını güçlü bir topluluğun zor taşıyacağı” kadar çok mal verildiği belirtilen Kârûn’dan söz edilirken bile, “Allah’ın öncekileri ondan daha güçlü ve topladığı şey fazla olan nice nesiller”den bahsedilir (Kasas 76-78).

Diğer bir ayette de:

“Yeryüzünde dolaşıp kendilerinden önce geçmiş kimselerin sonlarının nasıl olduğuna bakmazlar mı? Ki onlar, kendilerinden daha kuvvetli idiler, yeryüzünü kazıp alt-üst ederek onlardan çok imâr etmiş kimseydiler ve onlara bürhanlarla peygamberler gelmişti. Böylece Allah onlara zulmetmiyor, onlar kendilerine zulmediyorlardı. Sonra Allah’ın âyetlerini yalan sayıp, onları alaya alarak kötülük yapanların sonu pek kötü oldu” (Rum 9-10). Buyrularak buna temas edilmiştir.

Bunlar şüphesiz ki Hz. Ademle (a.s) başlayıp her dönemde gönderilen Peygamberlerin (a.s) İlahi vahiyle getirdikleri bilgilerdir ilimlerdir. Kuran incelendiğinde Her Peygamberin Kendi kavminin kullandığı zanaatın, ilmin daha geliştirilmiş haliyle mucize ve ilim getirmişlerdir. Eğer Öyle olmasaydı Peygamberlerin (a.s) getirdiği Mucizenin bir manası kalmazdı. Mucize aciz bırakmak demek olduğuna göre demek ki bir kavmin kendilerine gelmiş olan Peygamberin getirdikleri karşısında aciz olmaları için aciz kaldıkları ilmin kendileri tarafından kullanılıyor olması ve getiren Peygamberin getirdiğinin ise o kullanılandan daha gelişmiş olması icap eder. Hem de bu vesileyle insanların ilmi anlamda tekamülü gerçekleşmiş ve ilerlemesi sağlanmış olur. Yani Getirilen yeni mucize o kavme veya ondan sonrakilere ilmi olarak verilmiş ve bu vesileyle ilmi terakki sağlanmışta olacaktır. Bunu daha iyi anlama açısından örneklendirme yaparsak eğer buna en güzel örnek Hz. Musa (a.s ) ve Döneminde ki sihirbazları verebiliriz. Bilindiği üzere Hz. Musa (a.s) Firavuna tebliğde bulunduktan sonra, firavun ve avenesi Hz. Musayı (a.s) sihirbaz olarak nitelemişler ve Hz. Musa (a.s) da Peygamber olduğunu kanıtlamak için firavunun en iyi sihirbazlarıyla halkın önünde karşılaşmış ve onların yaptıkları sihirleri gösterdiği mucize ile iptal etmiştir. Bu gösterilen Mucize ile sihirbazların ilmini aciz bırakmıştır. Ayetlerde:

Sihirbazlar: “Ey Mûsâ! Ya önce atmayı tercih edersin, ya da ilk atan biz oluruz” dediler. Mûsâ: “Yok, (önce) siz atın” dedi. Bir de ne görsün, onların ipleri ve değnekleri yaptıkları sihirden dolayı kendisine hızla sürünür (yılan) gibi görünüyor. Bunun üzerine Mûsâ, içinde bir korku hissetti. Şöyle dedik: “Korkma (ey Mûsâ!). Çünkü, sensin en üstün olan.” “Sağ elindekini (değneğini) at ki, onların yaptıklarını yutsun. Şüphesiz yaptıkları bir sihirbaz hilesidir. Sihirbaz ise nereye varsa kurtuluşa eremez.” (Mûsâ’nın değneği, sihirbazların ipleriyle değneklerini yutunca) sihirbazlar hemen secdeye kapandılar ve, “Hârûn ve Mûsâ’nın Rabbine inandık” dediler. (Taha 65-70)

İşte ayetlerde de çok net görüleceği üzere sihirbazların yaptıkları ilizyon ve sihirleri Hz. Musanın (a.s) asasıyla iptal edilmiştir. Asa büyük bir yılan şeklinde gözüküp onların yaptıklarını yemiştir. O dönemde bu sihirbazlardan daha iyi bu ilmi bilen yoktu eğer onların sergilediği sihir, ilimden daha üstününü sergilememiş olsaydı Hz. Musa (a.s) onları aciz bırakmış olmayacak ve Tebliğinde doğru olduğunu kanıtlamak için gösterdiği şeyde mucize olmayacaktı. Bu ayetlerden de bir daha çok net anlaşılıyor ki Peygamberler (a.s) kendi kavimlerince en ileri olan şeylerde kullanılan ilimlerde daha büyük hali ile Mucizeler getirmiş ve kavimlerini aciz bırakmışlardır.

Evet, Hz. Musa (a.s) kıssasında anlatılan bazı mucizelerin günümüze ilim olarak verilmiş, verilecek veya ilme bakan ayetlerinden bazı örnekler verecek olursak.

Günümüzde yukarıdaki ayette ifade edilen ilizyon göz bayıcılık ve sihrin yaygınlaşacağı anlaşılıyor. Zaten şuan yeterince yaygın hatta bazı üniversitelerde bu ilimler okutuluyor bildiğim kadarıyla Rusya bu hususta biraz ilerde. Birde Sihir, büyü gibi maalesef kuranın haram kıldığı şerler günümüzde yaygınlaşmış ve bununda çözümleri Havas ilimleriyle izah edilmiştir âlimlerce. Konumuz bu olmadığından sadece temas edip geçiyorum.

Ayette:

Hani, Mûsâ kavmi için su dilemişti. Biz de, “Asanı kayaya vur” demiştik, böylece kayadan on iki pınar fışkırmış, her boy kendi su alacağı pınarı bilmişti. “Allah’ın rızkından yiyin, için. Yalnız, yeryüzünde bozgunculuk yaparak fesat çıkarmayın” demiştik (Bakara 60)

Bu ayette görüleceği üzere Hz. Musa (a.s) asasıyla taşa vuruyor ve su fışkırıyor. Bu günümüzde sondaj tekniğiyle yerin altında bulunan su, petrol vs. kaynakların çıkarılış şeklini ilk etapta akla getiriyor. Bu ilim olarak bu zamanda daha gelişmiş ve teknik olarak verilmiştir. Nitekim M.Ö ki zamanlarda Mısırda basit sondaj teknikleriyle kuyuların açıldığı tarihen biliniyor. Yine M.Ö. 2000 yıllarında bugünkü “darbeli sondaj” tekniğine yakın bir yöntemle tuzlu su elde etmek için ilk defa Çin’de yapıldığı da sanılmaktadır.(Vikipedi)

Ayette:

Bunun üzerine Mûsâ’ya, “Asan ile denize vur” diye vahyettik. Deniz derhal yarıldı. Her parçası koca bir dağ gibiydi. (Şuara 63)

Bu ayette Hz. Musanın (a.s) Kızıl denizi asasıyla ikiye yardığı mucizesi anlatılmaktadır. Yeri gelmişken Bu ayetin izahı sadedinde sünnetullah kavramına da kısaca değinelim.

Sünnetullah: Lügatte “yol” manasına gelen sünnet, “Allah” adıyla birlikte kullanıldığında, Allah’ın kâinatı idare ederken koyduğu kurallar; Cenab-ı Allah’ın yaratıkları hakkındaki hüküm ve âdetleri anlamına gelir.

Kâinatta meydana gelen olaylar Allah’ın koyduğu birtakım kurallara, kanunlara tabidir; her şeyde bir sebep sonuç ilişkisi vardır. Evrenin yaratılışından kıyamet kopuncaya kadar tabiat olayları bu kanunlara bağlı olarak gerçekleşir. Meselâ, neslin devamı erkek ve dişi canlının birleşmesi sonucunda oluşan döllenme ile sağlanır. Her canlı doğar, büyür, yaşlanır ve ölür. Ateş yakıcıdır; su ise söndürücü. Suyun kaldırma kuvveti; yerin çekim gücü vardır. Yağmurun yağması için suyun buharlaşıp bulut haline gelmesi zorunludur… Kâinatta insanlar tarafından alışılmış ne kadar tabiat kanunu varsa bunların hepsi Allah’ın kâinatı yaratırken koyduğu kurallardır; normal şartlarda değişmez. Ancak, bu ilahi kanunlar eşyanın zorunlu bir neticesi olmadığından dolayı Allah dilerse insanların alışageldikleri tabiat olaylarının dışında bazı harikulade olayları da meydana getirmeye kadirdir.

Gönderilen peygamberlerin bölgesinde peygamberliklerine delâlet eden mucizeleri gördüğü halde inad edip bir türlü inanmayan ve peygamberleri yalanlayan kavimlerin helâk edilmesi de sünnetullahtır. Yüce Allah, atomlardan yıldız, gezeğen ve göklerin durum ve hareketlerine kadar bir takım kanunlar koymuştur: “Böylece onları yedi gök olarak iki günde (devirde) var etti ve her göğe içini (kanununu) emretti (yerleştirdi)…” (Fussilet, 12). Bu kanunlar, eşya ve olaylar arasındaki sabit nispetlerdir. İlmi çalışmaları esnasında, insanlar, bunların bir kısmını gözlemleyerek formüle etmeğe muvaffak olmuşlardır. Bunlara ilimde, değişmez münasebetler denir. Fizik, Kimya ve Biyoloji kanunları gibi. Bu kanunlar, zorunlu olmayıp mümkün ve hâdistirler; kıyamete kadar değişmezler. Meselâ, Allah Tealâ, dünyada canlıları yaratmış, sonra bunları tekrar tekrar yaratmayı (canlıların cinslerinin devamını) tohum hücrelerine bağlamıştır. Her canlı cinsinin tohumundan o canlı cinsine ait ferdler vücuda getirilir. Buğdaydan buğday biter, arpa bitmez. Koyundan koyun doğar, kurt doğmaz. Fakat her canlı cinsinin tohum hücrelerine o canlının planını koyan ve bundan canlıyı yaratan Allah’tır. Ayetlerde:

“Onun yanında her şey bir ölçü iledir” (er-Ra’d, 13/8

“Ne güneş aya yetişebilir, ne de gece gündüzün önüne geçebilir. Hepsi bir yörüngede yüzmektedirler” (Yasin, 40) buyrulur.

Bu kısa bilgilerden anlaşılıyor ki, Rabbimiz her varlığın özüne fıtratına vazifesini, kabiliyetini yerleştirmiştir. Eğer bir embriyonun içinde insan olmaya elverişli hücreler olmasa o embriyodan insan olmaz. Bir ceviz ağacının tohumuna cevizin vasıflarını yerleştirmemiş olsaydı o tohumdan ceviz asla olmazdı. O halde Peygamberlerinde gösterdiği bazı Mucizeler aslında bu sebep sonuç ilişkisi içinde, kanunların içinde tezahür etmiştir. Bizlere çok olağan dışı gibi gözüken bu tür mucizeler aslında eşyanın özüne yerleştirilmiş kabiliyetlerin rabbimizin dilemesiyle aşikâr hale gelmesidir. Bu gün ilmi veriler kısıtlı olduğundan dolayı kuranda anlatılan bazı mucizeleri bu kanunlar çerçevesinde değerlendiremiyoruz. Yoksa şimdiye kadar elde edilen bazı verilerle bulunan Mucizelerin tabiat kanunları dâhilinde cereyan ettiği tesbit edilmiştir.  Mesela yukarda verdiğim Hz. Musanın (a.s) denizi yarma mucizesi bazı bilim adamlarınca araştırılıp tabiat kanunları açısından bu olayın olmasının hiçte zor olmadığını ortaya koyuyor.

Naum Volzinger ve Aleksei Androsov adlı iki Rus matematikçi, Hz. Musa’nın Kızıldeniz’i “ortadan ikiye” ayırmasının mümkün olduğunu matematiksel olarak kanıtladılar. Rus matematikçiler, bu mucizenin olasılık hesabı üzerinde duran bilim adamlarının aksine, mucizeyi oluşturabilecek koşulları incelediler ve bu incelemeler onları mucizeyi doğrulayan sonuçlara ulaştırdı. Söz konusu bilim adamlarının Rusya Bilimler Akademisi bültenindeki açıklamalarına göre, Kızıldeniz’de o zamanlar yüzeye yakın dev bir kayalık bulunmaktaydı. Bu durumdan yola çıkarak, söz konusu bilim adamları, kayalığın su seviyesi üzerinde kalmasını sağlayacak fırtınanın şiddeti ve rüzgarın hızını belirlemeye çalıştılar. Yaptıkları çalışmalar sonucunda, hızı saniyede 30 metreye ulaşan bir rüzgarın, denizin çekilerek kayalığı su seviyesinin üzerinde tutmasını sağlayabileceği anlaşıldı. Rusya Okyanusbilim Enstitüsü’nden Naum Volzinger, bu durumda sayıları 600 bini bulan Yahudi’nin 7 kilometre uzunluktaki kayaları izleyerek, dört saatte karşı kıyıya ulaşabileceği sonucuna vardıklarını anlattı. Yahudilerin geçmesinden yarım saat sonra ise kayaların yeniden sular altında kalmış ve onları takip eden Mısırlıların da bu şekilde boğulmuş olabileceğini söyledi. Ayrıca Volzinger, çalışma arkadaşı Androsov ile birliket Isaac Newton’un şu sözünden yola çıkarak bu çalışmaya başladıklarını ifade etmiştir: (Galina Stolyarova, 20 Ocak 2004,)

Bu örnekte de görüldüğü üzere aslında Mucizeler kanunlar dahilinde bir ilmi tezahür olarak Rabbimiz tarafından ortaya çıkarılmasıdır. Bütün Mucizeleri bu çerçevede değerlendirebiliriz bu örnekten hareketle, ama dediğim gibi ilmi seviyemiz halen bazı Mucizeleri bilimsel izahtan uzaktır. Umuyorum ki ilerde bunlarda izah edilecek bulunacaklardır.

Bizlerin Mucize diye tabir ettiği ilmi gerçeklerde Rabbimizin Bakara 31 ayetinde ifade ettiği “Ademe Esmayı eşyanın ilmini öğrettik” dediği hakikatını ortaya koyuyor Peygamberler ve veliler bu ilme vakıf olduklarından Rabbimizin izniyle Gösterdikleri ilmi gerçekler sair insanlarca bilinmediğinden Mucize, harika, Keramet diye adlandırılmıştır.

Konu devam edecek

Etiketler:

Malasef Yorumlar Kapalı.