Kategoriler
Tavsiye Siteler
Son Yazılar
Son yorumlar
13 yıl önce tarafından yazıldı, 239 kez okundu ve hakkında yoruma kapatıldı.

Peygamberler Masumdur.

 

Bütün Peygamberler küçük ve büyük günah işlemekten, küfür­den ve çirkin işlerden korunmuşlardır.

Peygamberlerin evveli Hz. Âdem, Âhiri Hz. Muhammed Mustafa sallellâhu aleyhi vesellem’dir. Hz. Âdem için, peygamber değildi, de­mekse küfürdür. Çünkü peygamberlerin peygamberliği Kitap, Sün­net ve İcma-i Ümmetle sabittir. Hz. Peygamber’den peygamberlerin sayısı sorulunca şöyle cevap verdiği rivayet edilmiştir:

“Yüzyirmi dörtbin, bir rivayette de, ikiyüz yirmidört bin” buyurdu. Fakat, en iyisi, peygamberleri sayı ile sınırlamamaktır.

Peygamberler, bütün kötülüklerden ve hususiyle küfürden korunmuşlardır. Günah işlemezler, küfür halinde bulunamazlar. Zira kü­für en büyük günahtır. Çirkin işlerden maksat: adam öldürmek, zina etmek, sihir yapmak, çalmak, iftira etmek, yalan konuşmak, söz gez­dirmek, yetim malı yemek, kullara zulmetmek, ülkede fesad çıkar­mak, gibi hallerdir.

Said b. Cübeyr’den nakledildiğine göre, bir adam İbn-i Abbas’a :

“Büyük  günahlar  kaçtır, yedi midir? Diye sordu.” İbn-i Abbas bu adama şöyle cevab verdi.

“Yediyüze, yediden daha yakındır.O kadar var ki, ısrar edince küçük günah kalmaz hepsi büyük olur, istiğfar edince de büyük günah kalmaz, hepsi silinir.”

İlim adamları büyük günahın sınırı konusunda ihtilafa düşmüşlerdir. İbni Şirin’e göre, Allah Teala’nın yasakladığı işler büyük günahtır. Allah Teala’nın :

“Yasaklandığınız büyük günahlardan sakınırsanız kötülükleri­nizi örteriz.”[1]sözü bu fikri kuvvetlendiriyor.

İmam Hasan ile Said b. Cübeyr, Dahhak ve diğerleri şöyle diyor­lar.

“Kur’an’da korkutma ve tehdit zikrine yakın olarak gelen işleri yapmak büyük günahtır.” En doğru görüş de budur.

Sonra bil ki; bir kerre de olsa farz ve vacipleri terk etmek büyük bir günah olduğu gibi, haram olan bir işi yapmak da büyük günah­tır. Tenbellik sebebiyle bir kerre de olsa sünneti terk etmek ise küçük günahtır. Mekruh olan işleri yapmak, sünneti terk etmekte ısrar et­mek ve mekruh olan bir işte ısrar etmek de yine büyük günahtır. Ancak, bu, farzları terk etmek ve yasaldan işlemekten daha aşağı derecede bir günahtır. Zira büyüklük ve küçüklük izafî işlerden ve nisbî hallerdendir. Bu sebeple denilmiştir ki:

“İyilerin yaptıkları iyi­likler, mukarrebûnun (Allah’a çok yaklaşmış kişilerin) kötülükleri sayılır.” Yâni mukarrebûn derecesinde olan bir müslüman, eğer mut­taki bildiğimiz bir müslümanın yaptığı ameli yaparsa, bu onun için günah sayılır. O’nun daha üstün mertebede bir amel sahibi olması gerekir. “Mütercim”

“Akîdet’üt-Tahavî” adlı kitabın sarihi diyor ki: Burada üzerinde derin bir şekilde düşünülmesi gereken bir nokta vardır. O da şudur: Büyük günahlar, bazen Allah’dan utanma, Allah’dan korkma, duru­munu önemseme gibi haller ilâve edilerek küçük günahlar seviyesine iner. Buna karşılık, küçük günahlar da utanmazlık aldırmama Allah’dan korkmama ve durumunu önemsemeyip hakir görme sebebiyle ba­zen büyük günah olmaya intikal eder. Bu, bir bakıma kalbe bağlı bir iştir, yalnız fiile tâalluk eden bir mesele değildir. İnsan bunu kendinden ve başkalarından bilir. Yine büyük iyilikte bulunan ki­şilerden bazen iyilikleri hürmetine başkalarından affedilmeyen günahlar affedilir. Sonra en doğru görüşe göre, bu günahlardan korun­ma işi, peygamberler için, peygamberlikten önce de sonra da sa­bittir. Peygamberler, açık mucizeler ve âyetlerle takviye edilmiş­lerdir.

Ahmed b. Hanbel’in Müsned’inde şöyle bîr hadîs-i şerif vardır. Hz. Peygamber’e, peygamberlerin sayısından sorulunca:

Yüzyirmi dörtbindir. Üçyüzonüçü ise Resuldür. Bunların ilki Âdem aleyhisselâm, sonuncusu Muhammed aleyhisselâmdır.” [2]

Bu hadîs-i şerîf, aşağıdaki âyet-i kerîme’ye aykırı değildir. Cenabı Hak peygamberlerin sayısı hakkında şöyle buyuruyor:

“Onlardan bir kısmını size hikâye ettik, bir kısmını da zikret­medik.” [3]

Çünkü bir mesele hakkında icmalin sübutu, ahvalin sübutuna aykırı değildir. Yâni bir şey hakkında umumî bir hüküm zikredilirse, ondan sonra bazı tafsilâtın verilmesine aykırı değildir. Tafsilât veri­lebilir. Evet, en iyisi peygamberlerin sayısını bir noktaya hasretme­mek ve umumî olarak bırakmaktır. Zira sayılar, inançta itimadı ifa­de etmez. Belki Allah Teâlâ’nın buyurduğu gibi ;

“Hepsi Allah’a, me­leklerine, kitaplarına ve peygamberlerine iman ettiler.” [4]] Allah’ın sı­fatlarının sayısına, meleklerin adedine, kitapların, peygamberlerin ve elçilerin adetlerine dokunmadan kısaca hepsine iman etmek gerekir.

 

Bazı Peygamberler Kusur İşlemiştir :

 

Peygamberlerden bir kısmının bazı kusur ve hataları olmuştur.

Sahip oldukları yüksek hal ve makama nisbetle peygamberlerden bazılarından, gerek peygamberlikten evvel, gerekse peygamberlik menkıbeleri sabit olduktan sonra bazı hatalar zuhur etmiştir. Mesela unutarak, yahut azimeti (evlâyı) terkedip ruhsatla amel ederek Adem  aleyhisselam’ın Cennetteki ağaçtan yemesi gibi. Âdem (a.s.) bu ağaca yaklaşmayın mealindeki ayet-i kerime ile ken­disine işaret edilen ağaçla muayyen bir ağacın kasdedildiğini o ağa­cın cinsiyetinin kasdedilmediğini zannederek ağacın kendinden değil de cinsinden yemiştir. Bunda beşerî kuvvetin zaafını beşerin Allah mağfiretine kuvvetle muhtaç bulunduğunu ortaya koymak yönünden ilahî hikmet öyle gerektirmiştir. Bu konuda şöyle buyuruluyor:

“Nefsim kudret elinde olan Allah’a yemin ederim kî, eğer siz gü­nah işlemeseydiniz, Allah Teâlâ günah işleyen bir kavim yaratırdı, dolayısıyla bu kavim günah işlerler, Allah’tan günahlarının örtül­mesini isterler, Allah da onların günahlarını örterdi.” [5]

Bu konuda söz geniştir. Bu cümleden olarak bir nebze açıkla­mada bulunacağız. Yukarıdaki inanç âlimlerin çoğunluğunun üze­rinde birleşmiş bulunduğu inançtır. Ancak sofilerden ve kelâmcılardan bazıları buna muhalefet etmişler, yanılma, unutma ve gafleti peygamberler hakkında caiz görmemişlerdir. Amma Hz. Peygamber’in :

Muhakkak benim kalbimi dünyaya ait bazı istekler kaplar ve Ben günde yüz kerre Allah Teâlâ’ya karşı istiğfar ederim.” [6]] hadisi­nin tefsirinde İmam Fahreddin er-Râzî şöyle diyor: “Bil ki “ğayn” kalbi kaplar ve bir kısmını perdeler. Bu ince bulut gibidir, ki havaya arız olur. Havada görülen ince bulut dünyayı kısmen perdelese de güneşin kendini perdeleyemez. Ancak güneşin ışığının tam olarak görünmesine engel olur. Bu hadîs-i şerifin üç türlü tevili vardır. Bi­rincisi şudur: Allah Teâlâ, Peygambere Hz. Muhammed Mustafa sallellahu aleyhi vesellem’e, kendisi bu dünyadan ayrıldıktan sonra üm­metinde meydana gelecek ihtilâfları, musibet ve günahları bildirdiği için Hz Peygamber bunu hatırladığı zaman kalbinde bir perde ve ızdırap hisseder, dolayısıyla ümmeti için istiğfar ederdi. Derim ki, Hz. Peygamber büyük ve yüksek bir makamda bulunmakla beraber o makamı devamlı hatırlama yönünden bu görüş akla uzaktır. İkincisi şudur: Hz. Peygamber bir halden, daha üstün bir hale intikal ederdi O’nun istiğfarı bunun içindi. Yani bu halin en yüce bir hal olduğu­na inandığı için istiğfar ederdi. Bu mâna Cenabı Hakk’ın ;

“Muhakkak âhiret hayatı senin için dünya hayatından ziyade hayırlıdır.”[7] mealindeki âyete uygundur.

Üçüncüsü: Gayn, Allah’a muhabbet yolunda Hz. Peygamber’e gelen manevi sarhoşluk halinden ibarettir. Öyle ki bu hal onu kendin­den geçiriyordu. Sarhoşluk hali gidince bu duruma intikalinden ötü­rü istiğfar ederdi. Bu tevil, hakikat erbabının tevilidir. Ben derim ki;

Benim Allah’a yakın öyle bir saatim vardır ki, mukarreb melek­lerden herhangi biri benimle beraber olmaya gücü yetmez.”  [8]

Ancak şu var ki, Hz. Peygamber’in istiğfarı, Allah aşkı yolunda kendisine gelen sarhoşluk halinin gitmesi ve normale dönmesinden dolayı değildir. Belki mahvolmaktan dolayıdır. Çünkü Hz. Peygamber:

Muhakkak benim kalbime bir perde gelir, öyle ki, çokluğu teklikten menetmeyen cemul-cem’ makamında rabbimle birlikte bulunmaktan beni meneder ve vahdeti kesretten menetmez.”[9]] buyuruyor.

Bu hadiste çokluktan maksat kâinattır. Birlik ve teklikten mak­sat Allah’ın birliğidir. Hususiyle bu durum, risalet makamındadır, da­vet vazifesini tebliğ makamındadır. Hz. Peygamberi en mükemmel makamdan meneden her şeyden istiğfar etmek daha uygundur.

Gayn’ın, başkalarını düşünmek, alâka kurmaktan ve meşguli­yetlerin sıkıntısından kinaye olduğu da söylenmektedir. Lezzetleri kontrol etmek, sıfatları müşahede etmek manasından kinaye olarak da tefsir edilmektedir. Bu, aynen ilim, iman ve amelin süsü ve ihsa­nıdır. Nitekim İhsan hadisi de buna işaret ediyor. Hz. Peygamber sallellahu aleyhi veselem şöyle buyuruyor:

“İhsan, her ne kadar görmesen de Allah Teâlâ’yı görür gibi ona ibadet etmendir.” [10]]

Burada Allah’ı görür gibi ibadetten maksat, Allah’a kulluk makamında o dereceye varmandır ki, hatırına Allah’tan başkası gelme­melidir. Kalbler düşüncelerden boş olmaz. Hz. Peygamber’in kalbine Allah’tan başka bir düşünce geldikçe bu düşünceden dolayı Allah’a karşı istiğfar ederdi. Nitekim bu manaya hocalar hocası Eb’ul-Hasan el-Bekrî arif îbn-il-Fânz da işaret etmişlerdir. Şöyle diyorlar:

“Sehven de olsa, senden başka bir istek hatırıma gelse, mürted olduğuma hükmederim.”

Bu ibarelerden işaret ehlinin şu sözlerinin manası anlaşılır: “İyi­lerin iyilikleri, mukarrebûn derecesindeki kulların kötülükleridir.”

Dördüncüsü: Zahir ehlinin tevilidir. O da şudur: Kalb, düşünce­lerden, dünyaya ait isteklerden, şehvet düşüncelerinden, çeşitli meyil ve arzulardan boş değildir. Hz. Peygamber sallellahu aleyhi vesellem beşeriyet icabı kalbe gelen bu gibi düşüncelerden dolayı onları def­etmek için Allah Teâlâ’yı karşı istiğfar ederdi. Ben de zahir âlimleri­ne uyarak derim ki bu tevilin beşincisi şudur: Hz. Peygamberin istiğ­farı ibadetlerin sonunu düşünmekten, yahut taattaki noksanlıklardan yahut nimetler karşısında şükürden aciz olmaktan dolayı idi. Hz. Peygamber bu sebeple namazı tamamladığı zaman istiğfar eder­di. Yine kaza-i hacetten çıktığı zaman bu sebeple duada bulunurdu. Râbiat’ül- Adeviyye’nin şu sözü de bu kabildendir:

“Bizim istiğfarı­mız, çok istiğfarlara muhtaçtır.” Bunun iki manası vardır: biri diğe­rinden daha doğrudur, Biz bu makamdan sadede gelelim.

Kadı Ebû Zeyd “Usûl-i Fıkıh” adlı kitabında şöyle diyor: Hz. Pey­gamber sallellahu aleyhi vesellem’in işleri (an kasdın) dört kısma ay­rılır. Vacib, Müstahab, Mubah ve Zelle. Bunlar Hz. Peygamber’den bilerek vaki olur. Uyuyan ve yanılan kişilerde olduğu gibi kendi ira­desi dışında vukubulan işlere itibar yoktur. Zira bu işler hitaba da­hil değildir. Sonra zelle, yapan kimse tarafından, zelle olduğunu açıklamaya yakın olması lâzımdır. Meselâ; Musa aleyhisselâm, kıptîyi bir yumrukta öldürdüğü zaman: “Bu şeytanın işlerindendir” demek su­retiyle zellesini kendi ifadesiyle açıklamıştır. Bu açıklama yahut Al­lah tarafından yapılır. Nitekim Allah Teâlâ, Âdem aleyhisselâm’dan bahsederken;

“Âdem, rabbine isyan ederek şaşırdı.” [11]] buyuruyor. Bununla bera­ber Âdem aleyhisselâm’ın bu zellesi, peygamberliğinden önce idi. Çünkü Allah Teâlâ, yukarıdaki âyetin devamında:

Sonra rabbi onu seçip tevbesini kabul buyurdu ve ona doğru yo­lu gösterdi.”[12]] buyuruyor.

Zelle, açıklamadan boş olmayınca, yani açıklamaya muhtaç olunca kendisine uyulmak caiz olmadığı hususunu anlamak kimse için zor değildir. Dolayısıyla diğer üç neve itibar etmek kalıyor. Şemsül Eimme de bunun benzerini söylemiştir.

İbn-i Humam demiştir ki:

“Ehl-i Sünnet’in Cumhuruna göre ihti­yar ve tercih edilen görüş, peygamberlerin sadece büyük günahlar­dan korunmuş oldukları, küçük günah işlemekten korunmuş olma­dıklarıdır. Bu ister hata ile olsun, ister yanılarak olsun aynıdır.

Ehl-i Sünnet âlimlerinden, küçük günahların sehven de olsa mümkün olmadığını söyleyenler de vardır. Doğrusu, peygamberlerin, işlerinde yanılmalarının caiz olduğudur. Hasılı Ehl-i Sünnetten hiçbir âlim, bile bile peygamberlerden yasaklanmış bir işin çıkmayacağını caiz görmemiştir. Ancak yanılma ve unutma yolu ile böyle bir hata­nın sudur edebileceğini söylemişlerdir ki buna zelle denilir.

Konevî bu konuda şöyle diyor:

Bazıları demiş­tir ki İsmet, Allah Teâlâ’nın halis ihsanıdır, kulun bunda bir ihtiyarı yoktur. Bu da şöyle oluyor: ya Allah Teâlâ, peygamberleri, melekle­rin yaratılışında olduğu gibi, başkalarına muhalif tabiatta yaratmış­tır ki bu tabiat sebebiyle günaha meyletmezler, Allah’a taattan kaç­mazlar. Yahut, Allah Teâlâ, kendilerini beşer tabiatında yaratmış fakat, cebren himmetlerini kötülüklerden çevirmiş ve taatlara çek­miştir. Âlimlerden bir kısmı da demişlerdir ki; ismet, Allah Teâlâ’nın bir fazlı ve lûtfudur. Lâkin bu sıfat, peygamberlerin ihtiyarları is­metten sonra taata yönelik, kötülükten sakınacak şekilde bulunmak­tadır. Şeyh Ebû Mansûr el-Mâtüridi de bu görüşe meylederek şöyle demiştir: Peygamberlerdeki ismet sıfatı mihneti, yani ibtilâ ve imti­hanı yoketmez. Yâni peygamberleri taata mecbur kılmaz ve isyandan da aciz kılmaz. Belki ismet Allah Teâlâ tarafından bir lütuftur. Pey­gamberi hayır işlemeğe sevkeder, kötülükten meneder. İbtilâ ve ih­tiyar manasını gerçekleştirmek için peygamberlerin irade ve ihti­yarları baki kalır.

 

 

Hz. Peygamber’in Vasıfları.

 

Hz. Muhammed sallelahu aleyhi vesellem Allah’ın elçisidir. Nebisidir. Kuludur. Seçtiğidir. Mustafa’sıdır.

Hz Peygamberin künyesi şöyledir. Muhammed b. Abdillâh b. Abdil Muttalib b. Hâşim b. Abd-i Menâf b. Kusay b. Kilâb b. Mürre b. Kâ’b b. Lûey b. Gâlib b. Fehr b. Mâlik b. Nadr b. Kinane b. Hazîme b. Müdrike b. İlyas b. Mudar b. Nezzar b. Ma’d b. Adnan. Hz. Peygamber’in buraya kadarki nesebinde hiçbir âlimin ihtilâfı vuku’bulmamıştır.

Hz. Peygamber, Alah Teâlâ’nın elçisi, yani Resulü olup getirdiği şeriat, kendinden önceki dinleri neshetmiştir. Hz. Peygamber sallelIahu aleyhi vesellem bir hadis-i şeriflerinde:

“Hristiyanlar İsa aleyhisselâm’ı medhettiği gibi beni medhetmeyin. Allah’ın kulu ve elçisi, deyin.”[13]] buyuruyor.

Hz. Peygamber bu hadislerinde varlık bakımından önce olduğu için kulluğu elçilik üzerine takdim etmiştir. Ve kulluk makamından istinkâf etmedeğine delâlet etmesi için böyle söylemiştir. Belki kendisinin bununla iftihar ettiğine işaret olsun diye böyle söylemiştir.

Sonra metinde peygamberliği elçilik üzerine takdim etmekte, görülen âlemdeki varlıklara uygun olduğunu bildirmek ve iki mef­hum arasındaki meşhur farka işaret etmek içindir. Nakledildiğine göre Nebi resûl’den daha umumidir. Zira resul, tebliğ ile emredilen kişidir. Nebi ise kendisine vahiy gelen kişidir. Nebî tebliğ ile emredme yahut emredilmeme yönünden daha umumidir. Kadı Iyaz demiş­tir ki Cumhur’un sahip olduğu sağlam görüş şudur: Her Resul Nebî’dir. fakat her Nebî Resul değildir. Bir görüşe göre de Nebi emredil­meyen peygambere tahsis edilmiştir. Her ikisinin de eş manalı kelimeler olduğu

“Biz senden evvel hiçbir resul ve hiçbir nebi göndermedik ki, o bir şey temenni ettiği zaman, şeytan onun arzusuna şüpheler karıştır­mış olmasın.” [14]]

Peygamberlerden resul ve nebi olanlar hakkında gelen bazı ha­disler de bize bu iki mefhumun birbirinden ayrı manalar taşıdığını ifade etmektedir. Hz. Peygamber sallellahu aleyhi vesellem ise:

“Ey Nebi, ey Resul!” ifadeleri ile muhatap olmuştur. Çünkü Hz. Peygam­ber peygamberlerin bütün sıfatlar ile vasıflanmıştı. Allah Teâlâ’nın:

“Muhammed, sizden hiçbir erkeğin babası olmamıştır, lâkin Al­lah’ın resulü ve peygamberlerin sonuncusu olmuştur.” [15]]

Âyetinde İsra hadislerinden birinde rivayet edilen şu manaya işaret vardır: İsrâ gecesinde Allah Teâlâ ona şöyle buyurdu:

“Ben se­ni yaratılış bakımından nebilerin ilki, gönderiliş bakımından ise so­nuncusu kıldım,” Bu manadaki hadisi Bezzar da Ebû Hüreyre’den ri­vayet etmiştir.

İmam Fahreddin er-Râzi bu konuda şöyle diyor:

“Gerçek şu ki Hz. Muhammed sallellahu aleyhi vesellem peygamberliğinden önce hiçbir peygamberin şeriatı üzerinde değildi. Hanefî âlimlerinden araştırıcı olanlar yanında tercih edilen görüş de budur. Çünkü Hz. Peygamber hiç bir Nebî’nin asla ümmeti değildi. Ancak o, risaletinden önce de Nebîlik makamında idi. İbrahim aleyhisselâm ve diğer peygamberlerin şeriatından doğru keşifler ve gizli vahiy ile bu nübüvvet makamında kendisine görünen en doğru bir yolda amel ederdi.

Konevî de bu görüşü “Umdetünnesefî” adlı kitapta nakletmiştir. Bu görüş bir topluluğun dediği gibi Hz. Peygamberin peygamberli­ğinin kırk yaşından sonrasına hasredilmiş olmadığına delâlet eder. Belki Hz. Peygamber’in doğduğu günden itibaren peygamberlik vas­fı ile vasıflanmış bulunduğuna işaret eder. Hatta,

“Âdem su ile ça­mur arasında iken ben peygamber idim” hadisi, Hz. Peygamber’in, bu gölge âlemi yaratılmadan evvel ruhlar âleminde nebîlik vasfı ile vasıflanmış bulunduğuna delâlet eder. Bu, Hz. Peygamber’e mahsus bir vasıftır. Peygamberlik için yaratıldığı ve risalet için hazırlandığı mânasına hamledilmiş değildir. Huccetül-İslam İmam Gazalî’nin söz­lerinden de bu anlaşılmaktadır. Zira bu takdirde Hz. Peygamber’in başkalarından ayrılmaz, hattâ halk arasında bu sıfat ile methedilmesi caiz olurdu. Sonra Hz. Peygamber’in nebilik ve resüllüğü muci­zelerle sabittir. Belki Hz. Peygamber’in kendisi zat ve sıfat bakımın­dan başlı başına bir mucizedir. Nitekim Kaside-i Bürde sahibi bu konuda şöyle diyor:

“Cahiliyette ilim, yetimlik durumunda mükemmel terbiye edil­me, ümmî olan peygamberde, sana mucize olarak yeter.” Şâir Hassan b. Sabit de şöyle diyor:

“Hz. Peygamber’de açık mucizeler bulunmasa da, sana apaçık hayırla gelirdi.”

Bunun açıklaması şöyledir: Yalancılardan kim peygamberlik id­diasında bulunmuşsa, azıcık aklı olanlar yanında cehaleti ve yalanı ortaya çıkmıştır. Belki şöyle denilmiştir: içinde bir sır gizlenenin sır­rını Allah Teâlâ, mutlaka yüzünde meydana çıkarır öyleki lisanında sürçmelerle yalanı meydana çıkar. Şu âyet-i kerime bu hususu tak­viye etmektedir:

“Allah, gizlediklerinizi açığa çıkarır.” 16

Hz. Peygamber sallellahu aleyhi vesellem dünya ve âhirete ait makamlardaki gerçek kerametleri ile   Allah tarafından seçilmiştir.

Nitekim O’nu medih sadedinde imam Busîrî şöyle diyor:

“Eğer Hz.peygamber olmasaydı,dünya yokluktan varlık sahasına çıkmazdı.”

 

 

 

Peygamberlerin ve Efendimiz (s.a.v) Sıfatları

 

 

v     Sıdk: Doğru olmalarıdır peygamberler dosdoğru insanlardır hayatlarında bir kez bile yalan söylemezler.

 

v     Emanet: Emin  ve güvenilir insanlardır.

 

 

v     İsmet: Peygamberler günahtan masumdurlar. Onların işlemiş olduğu günahlar zelle yani küçük hatalardır.

 

v     Fetanet: Peygamberler yaratılıştan anlayışlı, zeki ve  kavrayışları, muhakemeleri kuvvetli kişilerdir.

 

 

v     Tebliğ: Peygamberler Allah’tan aldıkları vahyi direk hiçbir şey katmadan insanlara ulaştırırlar.

 

Bu sıfatların haricinde sadece peygamberimize ait olan bazı sıfatlar da vardır. Bunları peygamberimiz şöyle açıklamıştır.

 

v     Allah hiçbir peygambere umumi şefaati vermemiştir. Umumi şefaat yalnız bana verilmiştir.

v     Bir aylık gibi uzun bir mesafeden düşman kalbine korku salmakla ilahi yardıma mahzar oldum.

v     Hiçbir peygamber benim gibi bütün insan ve cinlere peygamber olarak gönderilmemiştir. Peygamberlerin bazıları sadece ailelerine, akrabalarına veya kavimlerine peygamber olarak gönderilmiştir.

v     Ganimet ben den evvel kimseye helal yapılmadığı halde bana helal kılındı.

v     Yer yüzü benim için namaz kılma mahalli ve temizlik vasıtası yapıldı. Ümmetimden kim bir namaz vaktine erişirse hemen bulunduğu yerde namazını kılsın.

 

 

 

 

[1][1] Müslim, Sahih, c. IV, s. 2106, Tevbe, Hadis No. 2749.

[1][2] Müslim, c. IV, s. 2075, H. No. 2702.

[1][3] Duha:93/4

[1][4] Kaynağını bulamadım

[1][5] Kaynağım bulamadım

[1][6] Buhari, c. I, s. 18, Amire, K. iİman,

[1][7] Tâhâ: 20/121.

[1][8] Tâhâ: 20/122.

[1][9] Buharı, Enbiya, Bab, 48. Ahmed b. Hanbel, c. 1, b. 23.

[1][10] Hac: 22/52.

[1][11] Ahzâb: 33/40.

[1][12] El-Bakara: 2/72.

 

Etiketler:

Malasef Yorumlar Kapalı.