Kategoriler
Tavsiye Siteler
Son Yazılar
Son yorumlar
13 yıl önce tarafından yazıldı, 983 kez okundu ve hakkında yoruma kapatıldı.

Cumhuriyet Üniversitesi

İlahiyat Fakültesi Dergisi

Cilt: VII / 2, s. 291-317

ARALIK-2003-SİVAS

  

 

 

 

 

KIRAAT İLMİNDE İCÂZETNÂME GELENEĞİ

VE

BİR İCÂZETNÂME ÖRNEĞİ

Durmuş ARSLAN·

Anahtar Kelimeler: İcâzet, icâzetnâme, mücîz, mücâz, icâzetnâme töreni, imam, râvî, rivâyet, kurrâ, kıraât-ı seb’a, kıraât-ı ‘aşere, Tabur İmamı, Alay İmamı, Alay Müftüsü.

ÖZET

Medrese eğitiminde hocanın talebesine medrese müfredâtının yahut belli bir kitap veya dersin okutulduğunu göstermek üzere vermiş olduğu yazılı belgeye icâzetnâme denir. İcâzetnâme öğrenci tarafından istenir, hoca da bu isteğe uygun olarak icâzetnâmeyi tanzim ederek verir. İcâzetnâme ancak icâzet vermeye yetkili olan bir hoca tarafından verilebilir.

Kıraât ilminde icâzetnâme, Kur’ân lafızlarının usulüne uygun bir üslupla okunduğuna dair okuyucuda bulunması gereken niteliklerin varlığını gösteren yazılı yeterlilik belgesi anlamındadır. Kıraât ilminde icâzetnâmeler sözlü ve yazılı diye ikiye ayrılır. Sözlü icâzetlerin tarihi Hz. Peygamber dönemine kadar uzar. Yazılı icâzetler ise, sened ve isnâdın kitaplarda kaydedilmeye başlandığı III. (IX.) asra kadar gider. Kıraât ilminde verilen icâzetler, bu ilmin hem sened hem de isnâdının yazılı tarihi vesikalarıdır. Aynı zamanda icâzetnâmeler Kur’ân’ın hem lafız hem de telaffuz keyfiyetinin titizlikle korunarak günümüze kadar silsile yoluyla eğitiminin yapıldığını gösterir.

ABSTRACT

The written certificate, which has been given by a master to his pupil to show that the pupil was taught the curriculum of  a madrasah, a special book or a course, is called icâzatnâmah (certificate of permission ). The pupil demands his/her master to give the icâzatnâmah, and the master prepares and gives it to him/her. İcâzatnâmah can be given only by a master authorized to give permission.     

 In the knowledge of qirâah (reciting the words of the Qur’an according to the specific rules), icâzetnâmah means a written perfection certificate showing that the reciter has all qualities in order to recite the letters and words of the Qur’an in accordance with a manner appropriate to the required rules. In the knowledge of qırâah, icâzatnamahs are divided into two kinds as verbal or written. The date of the verbal kind goes back to the period of Prophet Muhammad (peace be upon him). As for the written kind, it dates back to the  III. ( IX ) century when the sanad and isnâd (the chain of authorities on which a tradition is based ) were begun to be registered in books. So they are the writtenn certificate of the knowledge of qırâah. At the same time, icâzatnâmahs show that the Qur’an has been taught by the chain of promotions through seniority so far, and in this way its quality of both word and pronunciation has been protected.

GİRİŞ

Kıraat ilminde icâzetnâmeler, Hz. Peygamber tarafından tilavet edilmiş bir metin olan Kur’ân-ı Kerîm’in, hem lafız hem fonetik boyutuyla değişmeden günümüze kadar nasıl taşındığının yazılı bir belgesi niteliğini taşımaktadır. Hz. Peygamber döneminden beri olabildiğince titizlik gösterilerek günümüze kadar taşınan kıraat ilminin eğitimi ve öğretimi açısından olduğu kadar kıraat tarihi yönünden de önemli olan “Kıraat İlminde İcâzetnâmeler” üzerinde yeterince durulmadığı anlaşılmaktadır. Diğer taraftan “icâzet” terimi, hadis ilminin terminolojisi içerisinde ele alındığı için, bu konunun kıraat ilmindeki değeri üzerinde yeterince durulmamış, bir anlamda bu ilim dalı, hadis ilmindeki “icâzet ve icâzetnâme” yorumlarının gölgesinde kalmıştır. Bu sebeple tarihin belli bir döneminden itibaren yazılı olarak tanzim edilen Kıraat İlmindeki İcâzetnâmeler hakkında yapılacak kapsamlı çalışmalara duyulan ihtiyaç, hadis ilminde icâzeti araştırmaya duyulan ihtiyaçtan daha az değildir.

Kıraat ilminde yazılı icâzetnâmeler, kıraat senedi ve isnâdının kitaplara kaydedilmesi ile başlarsa da, inen ayetleri doğru bir şekilde okutup, öğretmek anlamında sözlü (şifahî) kıraat icâzetleri peygamberliğin ilk yıllarına kadar uzanmaktadır. Bu anlamda Mus’ab b. Umeyr’in Kur’ân’dan inen ayetleri oradaki insanlara okuyarak ve okutarak İslâm’ı tebliğ etmesi için bizzat Hz. Peygamber tarafından Medîne’ye görevli olarak gönderilmesi, bilinen ilk resmi icâzet olarak değerlendirilecek olursa[1], kıraat ilmindeki icâzetin hadis ilmindeki izâzetten hem öncelik hem de nitelik bakımından farkı anlaşılmış olur.

İcâzet, icâzetnâme, icâzetnâme törenleri gibi ifade ve isimlendirmeler, hem bir terminolojinin, hem de tarihi süreç içerisinde oluşmuş bir kültürün ifadesidir. Bu terimlerin açıklanması, yakın zamana kadar bunların eğitim ve öğretim hayatımızda taşıdığı anlam ve değeri, bilgi ve kültür dünyamıza taşıyarak, bilimsel anlamda ufkumuzun genişlemesine katkı sağlayacaktır. Buna ek olarak, çok sınırlı da olsa günümüzde hala sürdürülmekte olan kıraat ilmi çalışmalarının[2] sonunda verilen kıraat icâzetnâmelerinin ve bunun için tertip edilen icâzetnâme törenlerinin önemini anlamaya da katkısının olacağı aşikardır.

Kıraat ilmindeki icâzetlerin tanzimindeki üslup ve içerik, icâzetnâmelerin, sadece icâzetnâme sahibinin bilgi düzeyini belgeleyen bir diploma/sertifika değil, aynı zamanda ona, eğitimin kültürel öğelerini nesilden nesile taşıyan, özel olarak kıraat ilminin sened ve isnâd boyutuna ışık tutan tarihi bir belge özelliği de kazandırmıştır. Bu sebeple önce icâzet ve icâzetnâme terimlerinin tanımı, icâzetnâmelerin içeriği ve fonksiyonel değeri üzerinde duracağız. Daha sonra kıraat ilminde icâzetnâmeler ve icâzetnâme merasimleri konusunu ele alacağız. Bilahare Erzurumlu Tabur İmamı diye bilinen Kurrâ Hafız Hasan (Uludağ) Efendiye ait kıraat icâzetnâmesinin tercümesini, bir kıraat icâzetnâmesi örneği olarak çalışmamızın sonuna ekleyeceğiz.

 

I- İCÂZETNÂMELER

Arapça da izin vermek, yaptığı şeyi onaylamak, ruhsat vermek, bir şeyi geçerli ve makul saymak[3] gibi anlamlara gelen icâzet, Türkçe’de de izin, müsade, şehâdetnâme, diploma ve olur demektir. Medrese usûlüne göre okuttuğu ders proğramını tamamlayan talebeye hocası tarafından izin verilmesine icâzet; verilen belgeye icâzetnâme, icâzet veren müderrise mücîz; [4] kendisine izin verilen talebeye de mücâz denilir[5]. Arapça da mezuniyet ve ruhsat manalarına gelen icâzet ile Farsça mektup ve kitap demek olan nâmesözcüklerinin birleşmesinden meydana gelen icâzetnâme tabirinin manası ise, “izin kağıdı” demektir[6].  Bu lügat bilgisinden de anlaşılacağı üzere, İslâmî eğitim ve öğretimde akademik diplomaları, sanatta yeterlilik için gerekli izin ve onayı ifade eden bir terim olarak karşımıza çıkan icâzet, Osmanlılarda ve Doğu İslâm ülkelerinde, medrese ve tekke mensuplarıyla sanat erbabından eğitim ve öğretimlerini tamamlayanlara üstatlarının vermiş olduğu yazılı belgedir[7]. Diğer bir ifade ile, bir medrese talebesinin tedris hayatına atılabileceğini gösteren diplomadır[8]. Buna göre icâzetnâme, hocanın talebesine okuttuğu kitap ve dersi, kendisinden okuduğunu göstermek üzere vermiş olduğu belgenin adıdır[9].

Temel İslâmî ilimlerde ilk icâzetnâmelerin ne zaman verildiği kesin bir tarihle tespit edilememiş olsa da[10] İmam Şafii’nin kendi el yazısı ile talebesi Rebi’ b. Süleymân el-Murâdî (270/884)’ye,  er-Rîsâle adlı eserinin üç cüzlük bir nüshâsını istinsâh etmesi için vermiş olduğu icâzet, en eski icâzet örnekleri arasında sayılmıştır[11]. Hadis usulünde icâzet terimi, hadis rivayeti için hocanın talebesine izin vermesi anlamında en çok kullanılan ve tartışılan bir terim olmuştur[12]. Fıkha dair ilk icâzet örneğinin hicrî üçüncü asır olarak zikredilmesi[13], bu ilim dalında da icâzet usulünün oldukça eski bir geleneğinin olduğunu göstermesi bakımından önemli bir ipucu sayılabilir. Bir bakıma ilimlerin tedvin edilmesi ile beraber, temel islâm ilimleri alanında sık sık bu terimle karşılaşılacağı anlaşılmaktadır.

İcâzetnâmeler, bir ilim dalında olabileceği gibi, bir sanat (örneğin hat sanatı gibi) veya bir tarikat (bunun diğer bir adı da hilâfetnâme dir) için de olabilir[14]. Ayrıca icazetnâmeler bir medresede okutulan müfredatın tamamını içerecek şekilde umûmi (genel) olabileceği gibi, husûsî (özel) de olabilir. Yani bir öğrenci bir medresede hocasından sırasıyla Arapça, Farsça, Hadis, Tefsir, Fıkıh vb ilimlerin tamamını okuyarak tahsilinin sonunda bütün bu ilimleri okuduğuna dair bir icâzetnâme alabileceği gibi, bir hocadan yalnızca Arapça veya yalnızca kıraat ilmi okuyup, okuduğu bu (hususi) ilim dalında icâzetnâme de alabilir. Belki de belli bir ilim dalında ihtisaslaşmayı ifade ettiği için hususi (özel) diye isimlendirilerek, diğerinden de ayrılmış olabilir. Aynı şekilde edebiyat, mantık ve feraiz gibi ilimleri okumak ve okutmak için verilen icâzetnâmeler de bu grupta sayılabilir.[15]

Yukarıdaki genel ve özel ayırımını dar anlamda kıraat ilmine uygulayacak olursak, şunu söyleyebiliriz: Kıraat ilminin tamamını (kıraat tarihi, kıraat-ı seb’a, kıraat-ı aşere, tayyibe, kıraat-‎ı şâzze vb) bir talebenin bir hocadan tahsil etmesi neticesinde, hocanın talebeye vermiş olduğu kıraat ilmine ait bütün meseleleri okuyup okutabileceğine dair icâzetnâme, bir genel kıraat icâzeti olur. Eğer ona verilen icâzetnâme yalnızca kıraat-ı aşere için (her bir imamın iki ravisinin bütün ihtilafları dahil) olur da, diğer kıraat meselelerini (şaz kıraatler vb.) içermez ise, o zaman bu icâzetnâme bir hususi (özel) kıraat icâzeti olur. Bunun daha alt basamağını da kıraat-ı aşere imamlarından yalnızca bir kıraat imamanın iki ravisinden birisi için (Asım kıraatinin Hafs rivâyeti gibi) tanzim edilen icâzetnâme oluşturur ki, buna da daha hususi/cüz’i bir icâzetnâme denilebilir.

Yukarıdaki sıralamada hususi icâzete ihtisas alanını belirten bir icâzetnâme gözü ile bakılacağını söyledi isek de, burada ihtisas alanını genel icâzet diye isimlendirdiğimiz birinci grup icâzetnâme belirlemektedir. Çünkü bu bir ilim dalı olarak zaten ihtisaslaşma için hususidir.

İcâzet veren hocanın ders verdiği kurumun onayının şart olmaması, bir talebenin farklı ilimleri ve fenleri farklı hocalardan alabilmesi ve her hocadan ayrı ayrı tahsil ettiği ilimler (okuduğu kitaplar) ile ilgili icâzet alabilmesi[16], icâzetin kendine has özellikleri olarak sayılabilir.

Alınan her bir icâzetnâme, talebenin, bilgi donanımı bakımından daha kariyerli bir müderristen daha yüksek seviyede ilim tahsilinin bir basamağını oluşturur[17]. İcâzetnâmelerde eğitim veren kurum değil, eğitim veren hoca önemli olduğu için kurumun onayı aranmaz, hocanın onayına bakılır. Bu husus diploma ile icâzetnâmenin önemli bir farkı olarak zikredilebilir. Yani icâzetnâme müderrisi, diploma ise kurumu ön plana çıkarmaktadır[18]. Bu durum, bir anlamda eğitimde sivil yapının korunması olarak da anlaşılmış ve algılanmıştır. Ayrıca icâzet verme ehliyetine sahip olan ilim adamlarının esas maksatlarının, hiçbir zaman icazetli öğrenci sayısını artırmak olmayıp, aksine, eğitimini verdikleri ilim dalında yetişmiş eleman sayısını artırmak olduğu da anlaşılmaktadır. Bir başka deyimle amaç, icâzet vermek değil, ehliyet kazandırmaktır. Bu sebeple o dönemdeki ilim müesseselerinin yetkilileri de bu konuyu tamamen hocanın hür iradesine bağlı bir faaliyet olarak değerlendirmişler ve bunun için kendileri birer imkan sağlamaktan öte bir fonksiyon ortaya koymamaya özen göstermişlerdir. Dolayısıyla icâzet için hocanın ders verdiği kurumun onayına ihtiyaç duyulmamış, ilim adamları belli bir konunun öğretimini tamamladıktan sonra o konuda öğrencilerine, kapasitelerine göre, o alanla sınırlı olarak icâzet verme imkanına sahip olmuşlardır. İlk defa Osmanlı Devleti’nde “Dârü’l-hilâfeti’l-aliyye medreseleri”nin tali kısmını bitirenlere “şehâdetnâme”, âlî kısmını bitirenlere de “icâzetnâme” verilmesinin kanunlaşmasıyla, icâzetin resmileştiği görülür[19].

Her öğrencinin farklı hocalardan ilim tahsil etme imkanına sahip olması ve farklı ilimleri farklı hocalardan okuyarak icâzet alabilmesi, iyi bir öğrenci için, değişik çiçeklerden bal özü toplayan bal arısına benzetilmiştir. Bunun gibi öğrencinin farklı hocalardan, onların kendilerine özel metot, bilgi ve mezuniyet geleneklerinden istifade ederek her birinin iyi yanlarını kendisine örnek almak suretiyle daha iyi yetişme şansını yakalaması bakımından önemli bir farklılık olarak görülebilir. Ancak yeterince tecrübesi olmayan bir öğrencinin hocasını kendisi veya taşradan gelen velisi seçmek durumunda olan için, hoca seçiminde isabetli bir karar verip veremeyeceği noktasından değerlendirildiğinde bir takım sıkıntıların olabileceğini de görmezlikten gelmek mümkün değildir.[20] Buna rağmen yine de her dersi başka bir hocadan veya bir dersi bir kaç hocadan okuyan kimseler incelendiğinde, asıl büyük alimlerin, bunlar arasından yetiştiği[21] sonucuna varılması da şaşırtıcı gelmemektedir.

İcâzetlerin temel mantığının kimden okunduğunun ve ilmin hangi yoldan kimlerden alındığının tespit edilmesi; bir diğer anlatımla ilmin kaynağının ve onun mevsûkıyet derecesinin tespit edilmesi[22] olduğu göz önüne alındığında, icâzetnâmelerde uzun uzadıya isimlerin, okunan eserlerin bir silsile halinde zikredilmesinin gerekçesi de anlaşılmış olacaktır. Buna mevcut diploma örneklerinde yer verilmemesi, icâzetnâme ile diploma arasındaki bir başka ayırıcı özellik olarak zikredilebilir.

İslamî gelenekte, öğrenimi sonunda gerekli yeterliliğe ulaşmış birisine icâzet verilmesi, dinî ve ahlâkî bir vecîbe, verilmemesi ise bir hak ihlâlî olarak görülmüştür. Bir diğer ifade ile ehliyetli olduğu görülen bir kimseye icâzet vermek ne kadar gerekli ise, ehliyeti olmayan birisine icâzet verilmesi de o kadar haksızlık (haram) olarak kabul edilmiştir. Bu cümleden olarak para ile icâzet vermenin, yahut vereceği icâzete karşılık talebeden bir karşılık istemenin caiz olmayacağı hükmüne varılmıştır.[23]

Bir diğer fark da diploma ile icâzetnâmelerin içeriğinde göze çarpar. İcâzetnâmelerin şeklî unsurları da diyebileceğimiz bu farklılığı ayrı bir başlık altında ele almanın daha isabetli olacağını düşünmekteyiz.

 

II- İCÂZETNÂMELERİN İÇERİĞİ

Genel olarak bir icâzette şu unsurlara yer verilir:

1- Besmele[24]: İcâzetin baş tarafında yer alır. İslâmî literatürde kaleme alınan bütün yazılı metinlerin ilk satırının besmele ile başlaması geleneği, Hz. Peygamber’in şu mealdeki hadisine dayandırılmaktadır: “Besmele ile başlamayan her önemli iş, bereketsiz ve sonuçsuz kalmaya mahkumdur.[25] Kur’ân’da ilk cümle olarak besmelenin yer alması da bu geleneğin oluşmasında etkili olmuştur diye düşünülebilir.[26]

2- Hamdele[27]: Kur’ân-ı Kerîm’in tertibinde ilk sûre olan Fatihâ Sûresi’nin “el-hamdülilâhi[28] diye başlayan ilk cümlesi örnek alınarak, besmeleden sonra başlangıç cümlesi olarak “Allah’a hamd” etmeyi ifade eden “ el-hamdülillâhi” lafzı ile başlanması da yine islâmî gelenekte vazgeçilmez bir uygulama olup, söz konusu uygulamanın delîli olarak da yine yukarıdaki hadisin bir varyantı olan “Allah’a hamd ile başlamayan her önemli iş sonuçsuz kalmaya, başarısız olmaya mahkumdur.[29] ifadeye dayandırılmıştır.

3- Salvele[30]: Hz.Peygamber’e “salât ve selâm” demek olan salvelenin de yine dayanağı Kur’ân-ı Kerîm olup[31] yukarıdaki hadislerin farklı bir varyantı olarak zikredilen “Allah’a hamd ve bana salat-ü selâm ile başlamayan her bir önemli iş, sonuçsuz kalmaya, her türlü bereketten mahrum olmaya mahkumdur.[32] mealindeki hadise dayanan bir uygulamadır. Bu üç unsurun yer almadığı bir yazılı metne temel islâmî ilimler literâtüründe rastlanılması imkansız denilecek kadar zordur[33]. Ayrıca Hz. Peygamber’le birlikte diğer bütün peygamberlere, onun ashâbına, ehl-i beytine salât-ü selâm ve icâzet verilen konuda o ilim dalının gelişmesinde emeği geçen en önde gelen imam ve önderlerine de dua cümlesi yer alır. Bu besmele, hamdele ve salvelede övgü ifade eden ara cümleler, yazılı metnin amacına uygun olarak seçilir. Örneğin bu cümleler bir icâzetnâmede “..Kur’ân’ı (…) indiren, okunmasını, anlaşılmasını, ezberlenmesini kolaylaştıran (…)Allah’a hamdolsun” şeklinde yer alır.

4-   Kelime-i şehâdet[34] cümlesine yer verilir

5- İcâzet verilen ilmin önemi vurgulanır. Bu ilmi öğrenme ve öğretmenin ciddiyeti hatırlatılarak, konu ile ilgili ayetlere, hadislere ve büyük İslam bilginlerinin sözlerine yer verilir.

6- İcâzette senedin önemine dikkat çekilerek, icâzetin en önemli unsuru olan ilim silsilesinin icâzet için ne kadar önemli olduğu hatırlatılır.

7- İcâzet isteyen öğrencinin, hocası tarafından ismi, baba adı, künyesi, ailesi (veya aile lakabı), memleketi, (varsa) kabilesi vb. bilgiler zikredilir ve özellikle onun icâzet aldığı ilimde ne kadar ehliyetli olduğu vurgulanarak tanıtılır. Burada dikkat çeken husus şudur: Öğrencinin icâzet almak için hocadan talepte bulunduğu, hocanın da bu talebi düşünüp taşındıktan sonra eğer uygun bulmuşsa ve öğrencisini icâzet almaya yeterli ve ehil görmüşse o zaman icâzet vermeye karar verdiğini zikreder.

8- İcâzet veren üstat daha sonra kendisini tanıtarak öğrencisine hangi kitapları okuttuğunu ve kendisinin söz konusu kitapları kimlerden hangi yolla okuduğunu zikretmek suretiyle, kendi ilim silsilesini ortaya koyar ve öğrencisinin elde ettiği müktesebât ve kazandığı ilmî yeterlilikle bu mesleği sürdürmeye kendisi tarafından icâzetli kılındığını vurgular. Başka bir ifade ile, icâzetnâmede söz sahibi olan icâzeti alan değil, icâzeti veren üstaddır. Talebesini, kendisini, kendisinin icâzet aldığı hocaları ve hocalar silsilesinde yer alanların tümünü; kısaca icâzetteki tüm bilgileri veren, ifadeleri kullanan ve üslup sahibi olan müderristir. Bu silsileyi sayarken müderris, araya serpiştirdiği cümleciklerle, belki başka bir yerde rastlanması çok zor olan basit, ama özlü bilgilerle ifadesini süsler[35] ki, bu da icâzetnâmelere mahsus ve hocanın bu konudaki maharetini gösteren bir farklılıktır.

9- İcâzet silsilesi ve bu silsilede yer alan eser sahiplerinin eserleri zikredilir. İcâzetnâme verilecek ilim dalının en yetkili temsilcisine ulaşıncaya kadar, icâzet silsilesinde yer alması gereken şahısların en meşhur isim, künye, nisbe veya lakapları zikredilir. Bu sayede icâzetteki sened zinciri o alanın en yetkili imamına veya ilk temel kaynağına kadar ulaştırılmış olur. Zira bu ilk kaynakta rivâyet senedi veya müellifin icâzet silsilesi kayıtlı olacağından, bu bir anlamda o icâzet için bir kısaltma olarak kabul edilir. Ancak kıraat gibi bazı ilim dallarında  istenirse silsilede Hz. Peygamber, hatta Cabrâîl (AS) ve Allah da zikredilir ki, bunun bir sebebinin “Allah Ademe bütün isimleri öğretti[36]” ayetinin anlamı doğrultusunda, ilmin kaynağının Allah olduğuna işaret etmek[37] olduğu zikredilmektedir.

10- İcâzet veren üstad, öğrencisine, üzerine aldığı bu sorumluluğu nasıl yerine getireceğine dair yol gösterici mahiyetteki öğütlerini sıralar. Kendisine dua etmesini ister. Kendisi de ayrıca başarılı olması için özel anlamda öğrencisine, genel anlamda ise bütün Müslümanlara duada bulunur.

11- Baş tarafta olduğu gibi icâzetnâmenin sonunda yine bir “hamd ve salat-ü selam” cümlesi yer alır ki, bu hamd cümlesi, “onların dualarının sonu da şudur: Hamd alemlerin Rabbi olan Allah’a mahsustur.[38] mealindeki ayete dayandırılmaktadır.

12- İcâzetin en alt kısmına icâzet veren hoca ismini, nesebini, künyesini, memleketini, lakabını vb. yazıp tarih düşmek suretiyle belgeyi mühürler.[39]

İcazetnâmelerin yazılmasında kullanılan dil, genellikle Arapça’dır. Bazı icâzetnâmelerde (hattatların hat sanatı ile ilgili vermiş oldukları icâzetnâmelerde olduğu gibi) Osmanlıca dil kullanılmışsa da bunun, söz konusu genel kuralı bozacak yaygınlıkta ve şöhrette olmadığı söylenebilir. Ayrıca icâzetler genel olarak nesirle yazılmış olmakla birlikte bazı manzum örneklerinin olduğu da görülür[40].

İcâzetnâmelerin ihtivâ ettiği bilgiler, tanzim edildikleri dönemin ilim, kültür ve sanat alanlarındaki eğitim-öğretim faaliyetlerinin işlevine, sistemlerine, eğitim kurumlarına, kadrolarına ve o dönemin müktesebatının tanıtımına ışık tuttukları için, önemli işlevleri olan yazılı belge niteliği taşıdıklarını düşünmekteyiz. Özellikle çeşitli meslek dallarında verilen icâzetnâmelerin her biri adeta verildikleri dönemin birer tanığı gibidir.

III- İCÂZETNÂMELERİN DEĞERİ

İcâzetnâme, İslâmî eğitim ve öğretim geleneğine has bir tecrübe olarak ortaya çıktığı kabul edilse de[41] bunu, söz konusu geleneğin geliştirilmesi ve işlevselliğinin artırılması noktasında ulaşılmış bir sonuç/hüküm olarak kabul etmek gerekir. Aksi halde kişinin ilmi hüviyetini kanıtlamak, eğitim-öğretiminin düzeyini ortaya koymak, hangi tür bir bilgiye sahip olduğu hakkında insanlarda bir kanaat oluşturmak ve sosyal statü elde etmede kendini tanıtmak ve yeterliliğini ispat etmek için bir vesika olarak icâzetnâmelerin tarihi köklerini tam anlamıyla tespit etmek imkansız gibi gözükmektedir[42].

İcâzetnâmeler, tarihi süreç içerisinde yalnızca icâzet sahibinin bilgi düzeyinin bir belgesi olarak kalmamıştır. Özellikle Osmanlı medreselerinde verilen icâzetnâmeler adeta tarihi aydınlatan,  kişilerin hal tercümelerini bize aktaran, okunan ders programları hakkında bilgi sunan; bunun yanı sıra bibliyografya, ilmin önemi ve okumanın değeri, ilim metodu ve öğrenim tarzı hakkında özlü bilgilerle yüklü olan, o dönemdeki ilim adamlarının ilmî ve sosyal ilişkilerini bize aksettiren, ayrıca kitap tanıtımlarıyla, günümüze kadar ulaşmayan veya hakkında bilgi sahibi olma imkanı bulunmayan literatürün temel kaynaklarıyla bizleri tanıştıran bir muhtevaya sahip olmaları bakımından[43] önemli gelişmeler kaydederek şekil, ifade biçimi ve içerik olarak birer tarihi vesika[44] özelliği kazandığı görülür. Çünkü icâzet, bilgide bir seviyeyi ifade etmenin yanı sıra, icâzet sahibinin elde etmiş olduğu bilgilerin sağlamlığını, disiplinli oluşunu, programlılığını, sağlam ilke ve kurallara dayalı olarak elde edildiğini de belgeler. Diğer bir ifade ile icâzet, kişinin sahip olduğu bilgilerin kulaktan dolma, halkvari ve iptidai olmadığının da belgesidir[45].

İcâzetnâme metinleri aynı zamanda ilim, kültür ve medeniyet hareketlerinin yerinin, zamanının, türünün ve seviyesinin tespitine imkan vermesi; ilmî, ictimaî ve siyasî ilişkilerin yorumlanmasına katkı sağlaması; icâzet verenlerle icâzet sahiplerinin ilmî, edebî, ahlâki şahsiyetleri ile dünya görüşlerini yansıtması itibariyle ilim coğrafyasının tespit edilmesine ve bu coğrafyanın tarihte oynadığı role ilişkin bilgi elde etmeye yarayan birer tarihi vesika olmaları bakımından da önem taşırlar.

İcâzetnâmeler, ya bir medrese programının belli bir sürede tamamlanması sonucu kendisinden ders okuduğu medrese hocası veya özel olarak medrese dışında kendisinden ders okuduğu icâzetli bir hoca tarafından verilirdi. Ancak 1914 yılında medreselerin ıslah edilmesi ile birlikte kurulan “Süleymaniye Dâru’l-Hilâfeti’l-Âliye Medrese-i Mütehassisîn”den alınan icâzetnâmeler diğerlerinden farklılık gösterir. Bu icâzetnâmelerde ders okutan her bir hoca için ayrı bir imza yeri açılmış ve öğrencinin ders başarısını yansıtan notu da kaydedilmiştir. Ayrıca medrese müdürüne ve Meclis-i Müderisîn Reisi’ne de birer imza yeri açılmıştır. İcâzetnâmede imzası bulunan hocalardan her biri eğitimlerini kimden veya kimlerden aldıkları ile ilgili ilim silsilelerini zikrettikleri için bu icâzetnâmeler birer tomar şeklindedir. Yani bu icâzetnâmeler hem kurumun mührünü, hem de hocaların bir arada isim, imza ve mühürlerini taşıması bakımından diğer icâzetnâmelerden ayrılmaktadırlar. Bunun, icâzetnâmelerin gelişim seyri içerisinde gelinen son nokta olarak değerlenderilmesi mümükündür. 

3 Mart 1924 tarihinde kabul edilen Tevhîd-i Tedrisat Kanunundan önce alınan icazetler dört yıllık, ihtisas medreselerinin icâzetleri ise altı yıllık yüksek tahsile denk sayılmıştır[46]Bu ifadeden anlaşıldığına göre kıraat ilmindeki bir icâzet de dört yıllık bir yüksek okul diplomasının karşılığı olarak değerlendirilmekte ve icâzet sahibinin söz konusu alanda dört yıllık ihtisasını belgelemektedir. Günümüzde halen Diyanet İşleri Başkanlığı’nın nezareti altında Haseki Eğitim Merkezinde sürdürülen Kıraât-ı Aşere eğitimi ile ilgili icâzet geleneğinin az da olsa sürdürüldüğünü biliyoruz. Bu münasebetle kıraat ilmindeki icâzetnâmelerin ayrı bir başlık altında incelenmesinin daha uygun olacağı kanaatindeyiz.

IV- KIRAAT İLMİNDE İCÂZETNÂMELER

Kıraat ilminde icâzetlerden söz ederken isnadın önemine vurgu yapmamızın sebebi, Kur’ân kelimelerinin telaffuz keyfiyetlerinin, Hz. Peygamber’den nakledildiğine dair rivayetlerin sağlam, güvenilir ve doğru olduğunun, bizzat ondan kıraat alanlardan ve daha sonra da onlardan kıraat alanlardan… icâzet veren üstada gelinceye kadar kesintisiz bir sened zinciri ile ortaya konulmasından dolayıdır.[47] Bu yolla, okunan kelamın Kur’ân olup olmadığına dair oluşabilecek tüm tereddütlerin ortadan kaldırılması amaçlanmış ve bu amacın gerçekleştirilmesinde icâzet usulü çok önemli bir fonksiyon icra etmiştir. Diğer bir ifade ile nakle dayalı ilimlerde, nakledilen kelamın veya ifadenin doğruluğunun ve güvenilirliğinin sağlanması için sözün asıl sahibine götürülmesi ve ondan nakledildiğinin tevsik edilmesi bakımından, onu işiten kimselerin sırayla zikredilmesi önemlidir. Özellikle tabiîn devrinin son dönemlerinde senedleriyle birlikte kıraatleri tespit çalışmalarının başlaması[48], ilk dönemlerden itibaren bu işe ne kadar önem verildiğini göstermektedir. Ancak kıraat ilmindeki isnadın önemini anlamak ve hadis ilmindeki icâzetle arasındaki farkı kavrayabilmek için şu ince ayrıntının çok iyi anlaşılması gerekir: Kıraat ilminde düzenlenen icâzetin sened zincirinde yer alanların rivayet ettikleri okuma biçimi, yalnızca işitmeye bağlı olarak gerçekleşen bir faaliyet olmayıp, işitmenin yanı sıra bizzat üstadın ağzından da talim edilerek alınması (müşafehe) şart koşulmuş olan bir ameliyedir.[49] Söz konusu şartı şu ifadeden anlayabiliyoruz: “Kıraatta üstad (mukrî), kıraatleri bilen ve onları üstadlarının ağzından talim yolu ile öğrenerek aktaran kimsedir. Böyle bir kimse kıraat ilmine dair bir kitabı ezberlemiş olsa da eğer o kitabı silsile yolu ile okuyan bir kimseden bizzat okumamış ise, bu kitabın muhtevasını bir başkasına okutması için kendisine izin verilmez. Çünkü kıraat ilmine dair bir takım bilgiler vardır ki, onlar bizzat üstaddan işitilmek veya ağızdan talim yolu ile öğrenilerek alınmak suretiyle maharet kazanılabilir.”[50]

Kıraatte isnâd konusu ile ilgili zikredilmesi gereken bir diğer husus da şudur: “Kıraatte et-Teysîr ve eş-Şâtıbiyye gibi meşhur olan kitaplardan birisine ulaştırılarak yapılan isnad, âlî isnâddır.”[51] Buna göre ed-Dânî’nin et-Teysîr ile İmam Şâtıbî’nin eş- Şâtıbiyye adlı eserlerine kadar kıraat silsilesi zikredilen talebenin icâzetteki rivâyet senedi sağlam bir yolla Rasulullah’a  ulaşmış olmaktadır.

Kur’ân kıraatında esas olan, kıraâtı Hz. Peygamber’e kadar ulaşan imamlardan bir imamın okuyuşunu, güvenilir bir kimseden eğitim yolu ile öğrenip almaktır.[52] Bu, yukarıda da işaret olunduğu üzere, bizzat Hz. Peygamber tarafından okunmuş ve okutulmuş bir metin olan  Kur’ân’ın lafzî ve fonetik (aynı zamanda bunların sonucu olan anlam) bütünlüğünü korumak için gösterilen titizliğin bir ifadesidir. Bundan dolayı okuyuşun mütevâtir[53] bir senedle Hz. Peygamber’e kadar ulaşması, sahih bir kıraatte aranan şartlardan birisi olarak kabul edilmiştir.[54] Günümüze kadar bu faaliyetin nasıl yapıldığına dair en çarpıcı bilgileri bize kadar ulaştıran tarihi vesikalardan birisi de hiç şüphesiz kıraat ilmi tahsilinin sonunda tanzim edilen icâzetnâmelerdir.

Kıraat ilminde icâzet, Kur’ân lafızlarının usulüne uygun bir üslupla okunması açısından okuyucuda bulunması gereken niteliklerin mevcudiyetini belirten yazılı yeterlilik belgesi anlamındadır. Aranan niteliklerin varlığının sözle ifade edilmesi şefevî icâzet olup, Kur’ân’ın tamamını veya bir bölümünü üstada okumak (arz) veya onu üstattan dinlemek (semâ)[55] suretiyle kıraat imamlarından birinin kıraatinde yahut birden fazla imamın kıraatini okumada yeterli seviyeye gelmekle elde edilir.[56]

Bu tanımlamada vurgulanan hususlardan birincisi, okuyucunun Kur’ân lafızlarını usulüne uygun bir biçimde okuması ve bunun, onda bir meleke haline gelmesidir. Bu niteliğe sahip olmayı, İbnü’l-Cezerî’nin, “Allah Teâla Kur’ân’ın muhafazasını Kur’ân ehlinden dilediği kimselere tahsis edince, güvenilir imamlar (hafızlar) onun en doğrusuna vakıf olmak için bütün gayretleriyle o işe eğildiler. H.z Peygamber’den onu harf harf almak suretiyle ne bir harekeyi, ne bir sükunu, ne de bir hazfi ihmal ettiler…”[57] sözündeki gibi anlamak gerekir. Yani kıraatte icâzet alabilecek konuma gelmek, onu eksiksiz olarak okuyacak ve okutacak duruma gelecek bir seviyeye ulaşmak demektir. İkincisi ise, bu eğitimi bir üstad kontrolünde gerçekleştirmektir. Çünkü bunda yalnızca anlam veya sadece lafız yeterli olmayıp, bunların yanı sıra eda (seslendirme, tilavet, fonetik) boyutu da önem arz ettiği için bir üstadın ağzından (fem-i muhsin) alınmasını zorunlu kılmaktadır.[58] Bir diğer ifade ile kırâatin tamamını ezberlese bile bir kimse kurrâdan sayılmaz. Kurrâdan sayılabilmesi için o kimsenin kırâate tam hakim olması ve onu semâ’ ve müşâfehe yolu ile bir üstatdan almış olması şarttır.[59] Eğer kırâat okutan üstad, okuttuğu kitabı üstadından hangi yolla okuduğunu bilmezse, ondan kıraat almanın da doğru olmayacağı söylenmiştir.[60] Dolayısıyla bir kitabı ezberden okumak, onu okutmaya ehil olmak anlamına gelmeyeceğini[61]vurgulamamızın sebebi de budur.

Bu tanımlamada kırâat eğitimi usulü açısından, hocanın talebeye veya talebenin hocaya okumasına işaret edildiği anlaşılsa da, burada her iki faaliyetin bir arada gerçekleştiğini  söylemek daha doğru olacaktır. Yani kıraat eğitiminde, talebe hocaya okur, hoca da talebenin okuduğu kısımları tekrar etmek suretiyle talim eder; yahut önce hoca okur, talebe de onu hocanın ağzından doğru bir biçimde alarak telaffuzu öğrenmeye çalışır. Bu şekildeki eğitimde hoca ve talebe aktif olarak eğitimin içerisinde olup, arz, sema ve kıraat bir aradadır. Bu eğitim belli bir düzeye ulaştığında, yani öğretimde üzerinde durulan hususların talebe tarafından yeterince kavrandığı kanaati oluşunca, sadece talebenin okuyup, hocanın dinlemesi ve yalnızca hatalı ve yanlış okunan yerlerde hocanın müdahale etmesi şeklinde bir eğitim sürdürülür ki, bu sayede talebe öğrendiği şeylere iyice maharet kazanacak düzeye gelmiş olur. Bunda da arz, sema ve kıraat bir aradadır, ama aktif olan talebedir. Suyûtî, bu usulle ilgili şöyle bir ayrıntı nakletmektedir: “İbn Bathân, kendisinden kıraat okuyan talebenin hatasını bir kenara yazar, talebe hatmini tamamlayıp icâzet talebinde bulunduğunda kaydettiği hatalarını ona sorar, eğer talebe o hataları düzeltmiş ve doğrusunu öğrenmişse, icâzetini verir; aksi halde ona yeniden hatim yaptırırdı.”[62]

Kırâatte icâzetnâmenin tanzimi ile ilgili vurgulanması gereken bir diğer husus da şudur: Önceden eğitimini icâzeti olmayan bir üstatdan tamamlaması veya eğitim esnasında hocasının vefat etmesi gibi çeşitli sebeplerden dolayı icâzet alamamış olan birisi, kendisine icâzet verebilecek bir üstat bulduğunda, fazla zaman kaybetmemek için üstatda bir kanaat hasıl edecek kadar o ilim dalında bütün meseleleri ihtiva eden bir kitap okuması veya üstadın onu bir imtihan disiplini içerisinde seviyesini tespit edecek aşamalarla bilgisini kontrol etmesi gerekir. Bunun sonucunda kendisinden icâzet talep edilen üstad, eğer bu kişiyi icâzete ehil görürse, ona icâzet verir, aksi halde icâzet vermez. Bu usulde üstad, kendisinden icazet isteyenin yeterliliğini ölçmek için sorgulama tekniklerini kullanarak, icâzete konu olan ilim dalı ile ilgili her şeyi ona sorabildiği gibi, ayrıca o sahada yazılmış temel kaynaklar hakkında da ondan açıklama yapmasını isteyebilir. Bunda her ne kadar aktif olan talebeymiş gibi görünse bile hocanın da en az talebe kadar aktif ve dikkatli olması zorunludur.

Yukarıda konu ile ilgili söylenenlerden, bir eğitim sürecinin tamamlanması sonucunda oluşan kanaatle verilen bir icâzetnâme anlaşılırken, bu son söylenen hususta bundan farklı olarak, önceden tamamlanmış olan bir eğitim sürecinin daha sonra icâzetli bir üstad tarafından tescil edilmesi diye anlaşılabilecek bir icâzetnâmeyi anlatmaktadır. Ancak özellikle kıraatte icâzet veren üstadın verdiği icâzette bu duruma işarette bulunması gerekir. Yani kendisinden icâzet talebinde bulunan kişinin söz konusu ilmi kendisinden okumadığı, ancak icâzet için talepte bulunduğu sırada kendisini yeterli donanıma sahip olduğunu gördüğü ve tecrübe ettiği için bu icâzeti ona verdiğini bir şekilde belirtir. Dolayısı ile bu kayıt, icâzet yoluyla yapılan tescilin mahiyetini de belli etmiş olur.[63] Bu durum, “kıraatin mücerret icâzetle rivayet edilemeyeceği”[64] ilkesi ile de çelişmez. Çünkü önemli olan kişinin, icâzet alacak ehliyete sahip olmasıdır. Bu ehliyete sahip olduğunu ispatlayan birisi için verilen icâzet, onun bu ilim dalında gerekli donanıma sahip olduğuna üstadının şehadette bulunması anlamını ifade edeceğinden[65], bunun mücerret icâzetle aynı anlamı ifade etmeyeceği açıktır.

Hz. Peygamber’in Kur’ân öğretmek üzere görevlendirdiği her bir sahabe,[66] bir anlamda O’ndan sözlü icâzet alan birisi olarak kabul edilecek olursa bu, hem sözlü, hem de resmî bir hüviyet arz etmesi bakımından, kıraat ilminde icâzet uygulamasının dinî bir gerekçesi olarak da değerlendirilebilir. Ayrıca Hz. Osman’ın Mushafı çoğaltmak için kurduğu komisyonda, mushafları istinsah eden üyelerin, daha sonra bu nüshalarla, ilgili merkezlere gönderilmeleri ve orada Kur’ân eğitimi ile meşgul olmak üzere görevlendirilmeleri de[67] kanaatimizce yine resmî birer icâzet olarak algılanabilecek ilk uygulamalardır. Çünkü bu komisyon üyelerinin Kur’ân kıraati konusunda maharet sahibi oldukları hakkında bir tereddüt söz konusu olmadığı gibi, onların bu konudaki ehliyetleri ile ilgili hiçbir ihtilaf da nakledilmemiştir. Ayrıca bunların istinsah komisyonunda görevlendirilmeleri ve bu görevlerinin herkes tarafından bilinmesi, Hz Osman’ın emri ile, kendilerine resmi izin ve yetki verilerek söz konusu merkezlere gönderilmeleri sözlü-resmî[68] bir icâzet, bu uygulamaların da kıraatte icâzetlerin başlangıcı olabileceği söylenebilir. Ancak bunu hadisteki mücerret sözlü icâzetle ve bir de bugünkü anlamda şekli unsurlara sahip belli lafızlarla ifade edilen izin belgesi anlamındaki icâzetle karıştırmamak gerekir.

Hz. Osman’ın istinsah ettirdiği nüshalar esas alınarak kısa zamanda herkes bir mushaf edinme gayreti içerisine girmiş, kısa zamanda müslümanların elindeki mushafların sayısı artmıştır.[69] Bu sebeple kıraat eğitiminde arz ve sema usulüne bir de Kur’ân okumayı bilmek ve Kur’ân-ı Kerîm’in bir nüshasına sahip olmak, bu nüshayı icâzetli üstatlardan okumak usulü ilave edilmiş[70]; telif döneminden sonra da eğitimin teorik boyutunu, okuduğu kıraatin metodolojisini ve sened zincirini ortaya koyan kitapların okunması zorunluluğu getirilmiştir. İlk yazılı kıraat icâzeti örneklerinin üslup ve kapsam olarak III. (IX) yüzyılın sonlarına doğru ortaya çıktığı yolunda yaygın bir kanaat oluşmuş; daha sonraları Kitâbü’s-seba’, et-Teysîr ve eş-Şâtıbiyye gibi kitapların telif edilmesiyle bu eserlerin müelliflerine varan rivayet zincirleri zikredilerek icâzetnâmeler tertip edilmeye başlanmıştır. Ana hatlarıyla şekil ve muhtevâ bakımından kırâat icâzetnâmeleri, yukarıda icâzetnâmelerin içeriği başlığı altında incelediğimiz unsurları içermektedir[71].

 

V-KIRAAT İCÂZETİ İÇİN YAPILAN TÖRENLER

Kıraat öğrenen talebeler için üstatları tarafından hazırlanan icâzetnâmeler, camilerde düzenlenen geleneksel bir törenle verilirdi. Bu törenler özellikle Osmanlılar zamanında gelişerek belli bir şekle bürünmüş, bu şekliyle günümüze kadar da devam ettirilmiştir[72].

Kıraat icâzeti için yapılan merasimler, cemaat huzurunda, öğleden önce, o şehrin en meşhur karîlerinin ve şeyhu’l-kurrâ (reîsül-kurrâ) nın katılımıyla şu şekilde yapılırdı: “Reîsü’l-kurrâ, mihrabın önüne konulan kürsüye otururdu. En yaşlı kıraat üstatlarından başlanarak Reîsü’l-kurrâ’nın sağında ve solunda hilâl şeklinde bir oturma düzeni oluşturulurdu. Hilâl uçlarındaki genç okuyuculardan başlanarak sağlı sollu tilâvet edilir; Reîsü’l-kurrânın bitirilmesini istediği ayetin sonunda eliyle kürsüye vurması üzerine, ayetin son cümlesi birlikte okunarak diğer okuyucuya geçilirdi. Sağdan ve soldan birer veya ikişer yaşlı üstat da indirâc (cem’) metoduyla birkaç ayet kıraat ettikter sonra, sıra icâzet verilecek kişiye gelirdi. Huzura gelip Reîsü’l-kurrânın elini öperek yüzü ona dönük bir şekilde oturan tâlip, İhlâs Suresinden başlayıp Nâs Suresine keder kırâat-ı aşereye göre ve indirâc (cem’) usulüyle tilâvet ederdi. Önceden hazırlanan icâzetnâme metni, mücîz (icâzet veren) veya onun uygun göreceği bir kişi tarafından yüksek sesle okunduktan sonra, yapılan bir düa ile merasim son bulurdu.”[73]

Sonuç olarak diyebiliriz ki, kıraatlerde sözlü icâzetin, Peygamber efendimize kadar uzanan oldukça eski bir geçmişinin olduğu söylenebilir. Yazılı kırâat icâzetlerine gelince, diğer ilim dallarında olduğu gibi, o da kıraat ilminin telif dönemi ile başlamıştır. Bunun, tabiîn dönemi olduğu söylense de, yaygın olan kanaate göre III. (IX.) asır sonlarıdır. Özellikle Kur’ân metninin telaffuz ve ses özellikleri ile birlikte Peygamberimizden sadır olduğu şekilde alınmasını ve aynı titizlikle daha sonraki nesillere aktarılmasını gaye edinen kıraat eğitiminin, bu maksada uygun bir şekilde yapıldığının tescili anlamını taşıyan kıraat icâzetleri, şekil ve muhtevaları bakımından olduğu kadar, devrinin ilmî seviyesine, okul müfredatlarına, ders tekniklerine ve eğitim metotlarına ışık tutması bakımından da bugünkü diplomalardan bir takım farklılıklar arz eder. Tevhîd-i Tedrîsât kanunu ile birlikte tarihi misyonunu tamamlayan icâzetnâmelerin aksine günümüzde çok yaygın olmamakla birlikte, kırâatte icâzet geleneği sürdürülmektedir. Diyânet İşleri Başkanlığının vermiş olduğu hâfızlık sertifikasının[74] yanı sıra Haseki Eğitim Merkezinin Kıraat-ı Aşere kısmını tamamlayanlara keyfiyeti yukarıda anlatılan bir merasimle icâzetnâme verildiği bilinmektedir[75].

Kıraat ilminin konusu Kur’ân olması sebebiyle, öğreniminde ve öğretiminde gösterilmesi gereken hassasiyetin ne kadar önemli olacağı ilk bakışta anlaşılması ve hak verilmesi gereken bir durumdur. Kur’ân lafızlarının yanlış telaffuz edilmesini önlemek veya kelime ve lafızların tahrif ve tağyîre uğramasının önüne geçmek için tarihi süreç içerisinde titizlikle yapılan kıraat eğitiminin tescili olarak geliştirilen ve her birisi yazılı birer tarih vesikası hüviyetini taşıyan icâzetnâmeler, bizim tarihimizin çok önemli bir zaman diliminin de şahidleri gibidir. Kur’ân’ın gerek lafzı gerekse metni konusunda akla gelebilecek yanlış anlamalara fırsat vermemek veya art niyetten kaynaklanabilecek istismarları engellemek için icâzette isnâd zincirine yer verilmiş, bu yolla her bir müslümanın hayatında çok önemli bir yere sahip olan kutsal kitap Kur’ân-ı Kerîm’in korunmasındaki titizlik tescillenmiştir. Ayrıca tarihi süreç içerisinde geliştirilen icâzetnâme törenlerinin, yalnızca icâzetnâme almaya hak kazanan birisinin bu konudaki yeterliliğinin törenle ilan edilmesi anlamına gelmeyip, bununla birlikte Kur’ân egitiminin ve öğretiminin özendirilerek yaygınlaştırılması amacının gerçekleştirilmesine katkı sağladığı da açıktır.  

VI- BİR İCÂZETNÂME ÖRNEĞİ

TABUR İMAMI HASAN ULUDAĞ[76]

A-Hayatı

 Oğlunun el yazısı ile taktim ettiği Tabur İmamı Kurrâ Hâfız Hasan Uludağ’ın kısa biyografisini buraya aynen aktarırken, buna başka bir kaynaktan, metnin cümle akışını bozmayacak şekilde yaptığımız alıntıları da parantez içerisinde vermenin yararlı olacağı kanaatine vardık.

“Babam Alay maftüsü Kurrâ Hâfız Hasan Uludağ’ın biyografisidir.

1295 (1878[77]) yılında Erzurum (Muratpaşa mahallesi[78])’da dünyaya gelen (ve 12 yaşında Kur’ân-ı Kerîm’i ezberleyerek Hâfız olan[79]) babam Kurrâ Hâfız Hasan efendi, 5.9. 1952 yılında, 73 yaşında vefat etmiştir. Kendisinden icâzet aldığı hocası, kurrâdan Yeşil İmamdır. (Erzurum medreselerinde ilmini tamamlayan Hasan Efendi, ilk görevine Erzurum Askerî Hastanesinde başladı. 1920 senesinde evlendikten sonra[80]) Kars Müstahkem Mevki Topçu Alay imamlığına Yüzbaşı rütbesiyle atanmış, daha sonra Alay Müftülüğü’ne terfien getirilmiş; I. Dünyâ ve Balkan savaşlarına katılmış ve kendisine İstiklâl Madalyası ile Beratı verilmiştir. Bu süreler içerisinde askerlere konferanslar halinde Dînî dersler vermiş, orduya tam 30 yıl hizmet verdikten sonra 1934 yılında emekliye ayrılmıştır. 1942 yılından itibaren de Diyânet İşleri Riyâset makamından resmen (verilen izinle[81]) Erzurum Lala Paşa, Şafiiler ve Cedit camilerinde talebelerine Kur’ân-ı Kerîm dersi okutmaya başlamış, vefatına kadar da (bu hizmetini) devam ettirmiştir. Görevi münasebetiyle gittiği Sarıkamış, Sivas ve Edirne illerinde de talebelere Kur’ân dersini (okutmayı) sürdürmüştür.

(Merhum babam) zengin bir kütüphaneye (593 kitap) sahipti. Vefatından sonra kitaplarını, Erzurum Kültür Müdürlüğü İslami İlimler Kütüphanesine (herkesin istifade etmesi için) sembolik bir fiyatla hediye ettik.Yetiştirdiği talebelerin sayısı yüzleri aşkındır. Vefatından beş yıl öncesine kadar da hastalığı nedeniyle evde talebelerini aralıksız okutmaya devam etmiştir. Bu görevi fahri (ücretsiz) olarak yapmıştır. Maddiyatı kesin olarak kabul etmezdi. Allah rızası için okuturdu ve talebelerini manevi evlat olarak kabul ederdi.”

Yukarıda biyografisi içerisinde de vurgulandığı gibi, merhum üstat, emekli olduktan sonra fahri olarak talebe okutmayı sürdürmüş, ancak bunu Diyânet İşleri Başkanlığı’nın izni dahilinde yapmıştır. Bu hususta yazılı muracatta bulunduğu anlaşılan üstada, talep ettiği izine dair Diyanet İşleri Başkanlığı’nın vermiş olduğu cevabı ihtiva eden ve söz konusu yazıyı ilgi tutarak Erzurum Müftülüğü’nün resmi mühür ve müftünün imzasını taşıyan müsaade belgesini buraya aynen kaydetmeyi uygun buluyoruz.

“T.C.

Erzurum Vilâyeti

Merkez Fetvahanesi

Sayı: 388

Emekli Alay İmamı H. Hasan Uludağ’a

Perşembe günleri Lâlâpaşa camii şerifinde, diğer günler Şafiîler camii şerifinde şimdilik fahri olarak Kur’ân-ı Kerîm okutmanıza, Diyanet İşleri Riyaseti yüksek makamının 6/7/942 tarih ve 2519 sayılı emirleri ile müsaade edildiğini bildiririm. 20 temmuz 1942

Erzurum Müftisi

Sadık Solakbay

(imza)”

Ayrıca Osmanlıca (matbu) resmi “Erzurum vilâyeti fetvâhanesi” başlıklı bir kağıda el yazısı ile yazılmış ve müftü nâibi tarafından imzalanmış, resmi bir izin mahiyeti taşıdığını sandığımız bir yazı ile merhumdan fahri olarak Cuma günleri Cuma namazından önce camiye erken gelerek cemaate Kur’ân-ı Kerim ve Kaside-i Bürde okuması talep edilmiştir. Söz konusu yazıyı aşağıya aynen alıyoruz.

“Erzurum Vilâyeti

Fetvâhânesi

Sayı: 90

İstihkâm Taburu İmâmı Hafız Hasan Efendiye

Cuma namazından mukaddem (önce) tedrîcen camii şerife gelerek, cemaatten evvel (erken) gelenlerin boş oturmaması için bir miktar Kur’ân-ı ‘Azîmü’ş-Şân tilâvet olunması (okunması) ve medh-i Nebîyi mutazammın (Peygamberi öven) birkaç beyit de İmam Busirî’nin Kasîde-i Bürîde[82]’sinden okunup aynı manayı mutazammın tercümesinin beyan edilmesi (açıklamasının yapılması) baîs-i mesûbân (sevap elde etmenin sebebi) olacağını cevâben arz eylerim efendim.

Müftî nâibî

(imzâ)”

Bu bilgiler ışığında merhum üstadın Kur’ân’ı okumak ve okutmak üzere almış olduğu icâzetnâmenin hakkını vermek için her fırsatı değerlendirdiğini söyleyebiliriz. Bu vazifeyi yerine getirirken, içinde bulunduğu şartları zorlamak yerine, çıkış yolları bulmak için gayret sarf ettiği de görülmektedir. Zira Kur’ân okumanın ve okutmanın faziletine inanan bir kişi olarak üstadın vaki başvurusu üzerine yukarıda zikri geçen yazışmaların yapıldığı anlaşılmaktadır.

.

 B-İcâzetnâmesi[83]

Çalışmamızın örneği olan Hafız Hasan Uludağ’a ait icâzetnâmenin tercümesi, el yazması aslı varislerinde olduğu için bil vesile aslından elde ettiğimiz fotokopisinden yapılmış olup, orijinal sayfa düzeni (1-a, 1-b; 2-a, 2-b….) şeklinde gösterilmiştir. Ancak örneğin, (a) sayfasının sonunda tamamlanmayıp (b) sayfasında devam eden bütün halideki cümlelerin sonunda veya başında sayfa düzenine işaret edildiği için tercümede, orijinal sayfaya işaret eden sıralamalarda yarım veya bir satırlık kaymalar kaçınılmaz olmuştur.

Çalışmamızda söz konusu icâzetnâme üzerinde her hangi bir değerlendirme yapmak istemiyoruz. Yukarıda genişçe ele aldığımız icâzetnâmelerin içeriği ile ilgili bilgileri, mümkün olduğu kadar örneğimizden kontrol ederek vermeye çalıştık. Ayrıca icâzetnâmede zikri geçen hadisleri kaynaklarından kontrol ederek dip notta vermeye çalıştık. Bazı hadislerin ulaşabildiğimiz kaynaklardaki farklı lafızlarına da işaret ettik. Diğer yandan tercüme ettiğimiz metin üzerinde mümkün olduğu kadar tasarrufta bulunmamaya özen göstermeye çalışak da, bazı cümlelerin daha doğru anlaşılmasına katkı sağlayacak parantez açıklamalarına yer verilmesi kaçınılmaz olmuştur. Yine bazı teknik terimlerin kısa açıklaması yerine göre metin içerisinde, yerine göre dip notta yapılmıştır.

İcâzetnâmedeki isimleri tanıtan sıfatlardan bazıları, yaygın olarak bilindiği için tercüme etmeyi doğru bulmadık. Bazı dua formundaki cümlelerin çok yaygın olarak bilinen (salat, selam, rahmet, bereket,..Allah rahmet eylesin gibi) şekillerine de dokunmadık. Ayrıca icâzetnâmedeki isnâd zincirinin daha iyi görülmesi ve tercümede ifade-i meramdaki bir takım yanlış anlamaların ber taraf edilebilmesi için tercümemizin sonunda isnâd zircirini gösteren bir şema oluşturduk.

(1-a)

“Rahman ve Rahîm olan Allah’ın Adıyla”

Hamd, üstün irşat yeteneğine sahip insanlar arasında yayılmasını kolaylaştırmak, ezberlenmesi ve yazı ile kayıt altına alınmasını gerçekleştirmek ve yaratılmışların en hayırlılarının seçimlerini yapmalarını sağlamak için Kur’ân’ı yedi harf üzere indiren Allah’a mahsustur. Kurtuluş için ondan başka bir çarenin olmadığına inanarak öyle bir şehadet ederim ki tek ve ortağı olmayan Allah’tan başka hiçbir ilah yoktur. Yine öyle şehadet ederim ki, Kur’ân okumada maharet sahibi olanların mukarreb meleklerle beraber olacağını söyleyen Muhammed, O’nun kulu, sevgilisi ve elçisidir. Allah’ın rahmeti (salat) onun, ailesinin ve Kur’ân’ı eksiksiz bir şekilde ezberlerinde ve ter temiz sahifelerde toplayan ashabının üzerine olsun. (1-b) Allah, kırâatte maharet sahibi olan kırâat imamlarından da razı olsun ki, onlardan her biri Allah’ın kitabını tecvidi ile (ilgili kuralları uygulayarak) okudu, (yazısını hareke ve noktalamalarla geliştirerek) yazdı, kelimelerini en güzel şekilde telaffuz etti, (musiki vb sonradan elde edilen yollara sapmaksızın) doğuştan olan en tabii sesleriyle onu süsledi.

İmdi bu besmele, hamdele ve salveleden sonra bilmiş ol ki, muhakkak Kur’ân ehli olanlar, işte onlar Allah’ın ehlidirler ve özellikle onun yarattıklarının özüdürler. Hz Ali (ra) dedi ki, Allah’ın elçisi (sav) şöyle buyurdu: “İnsanlardan Allah’ın ehli olanlar vardır.” Denildi ki, “ey Allah’ın elçisi onlar kimlerdir?” Buyurdular ki, “ Kur’ân ehli olanlardır. Onlar, Allah’ın ehli ve O’nun has kullarıdır.”[84] Yine (as) buyurdu ki, “sizin en hayırlınız, Kur’ân’ı öğrenen ve öğretendir.”[85] Ve yine buyurdular ki, “ümmetimin en şereflileri, Kur’ân’ı ezberleyenlerdir (hameletü’l-Kur’ân).”[86] Yine -Allah’ın salât ve selâmı üzerine olsun- buyurdu ki, “Ümmetimin amellerinin en faziletlisi Kur’ân okumaktır.”[87] Tirmîzî Ebû Saîd (ra)’den Rasulüllah (sav)’ın şöyle buyurduğunu rivayet etti: Allahu Teâlâ şöyle buyurur: “Kur’ân her kimi bana düâ etmekten ve bir ihtiyacını benden istemekten meşgul ederse, ona (2-aisteyenlere verdiğimin en âlâsını veririm. Allah’ın sözünün diğer sözlere karşı üstünlüğü, Allah’ın yarattıklarına karşı üstünlüğü gibidir.”[88] Ahmed b. Hanbel’in oğlu Abdullah dedi ki, babamı şöyle derken işittim: “Uykuda Yüce Rabbimi gördüm ve dedim ki, “ya Rabbi, sana yakın olanların,  sana yaklaşmalarını sağlayan en faziletli şey ne dir?” Buyurdu ki, “Benim sözüm (Kur’ân) dür.” Dedim ki, “yâ Rabbi, anlayarak mı (okumalı), anlamayarak mı?” Buyurdu ki, “anlayarak veya anlamayarak (ne şekilde olursa olsun Kur’ân okumaktır)”[89] Ebû Hureyre’nin rivayet ettiği şu hadis-i şerif de bunu teyit etmektedir. Ebû Hureyre dedi ki, Rasulüllah (sav) şöyle buyurdu: “Ey Ebû Hüreyre, Kur’ân’ı öğren ve insanlara da onu öğret. Ölünceye kadar bunu bu şekilde sürdür. Sen böyle iken ölüm gelip çatarsa, mü’minlerin Ka’be’nin etrafını tavaf ederek (hac maksadıyla) ziyaret ettikleri gibi, melekler de senin kabrini ziyaret ederler.”[90]

Bu konuda sayılamayacak kadar çok hadis ve haber vardır. Şu kadar var ki, (2-b) sened ve isnad olarak, rivayet zinciri kesintisiz bir şekilde Hz peygamber (sav)’e kadar ulaşan mukrilerin ağzından ancak Kur’ân’ın öğrenilmesi ve gereken saygının gösterilmesiyle bu faziletler ve sevaplar elde edilir. Zira Kur’an kırâtinin bir takım hüküm ve kurallarının öğrenilmesi, muteber kitaplarda yer alan ve ancak söz konusu üstadların ağzından gerektiği gibi alınması ile bilinip tatbik edilebilen dört (temel konunun öğrenilmesi) delillerle sabit bir farzdır. (Bilinmesi farz olan bu dört temel konu), aslî (28 hecâ harfi) ve fer’î (teshil hemzesi, imâle edilen elif, kalın okunan lâm, işmâm olunan sâd ve ihfâdaki nun) harflerin mahrecleri; lazımî (harflerden ayrılması mümkün olmayan) sıfatlar; ölçüleri belirlenmiş medler; çoğunluğa göre beş, bazılarına göre üç mertebesi ve cumhura göre tercihen nakledile gelen dört nevi ((Mahz-ı sükun, sekte, ravm ve işmam)  ile birlikte vakıf (ve ibtidâ) kurallarıdır. Bundan da anlaşıldı ki, Peygamber (sav)’e kadar varan bir senede sahip olmayan (kıraati) okumak ve okutmak caiz değildir. (3-aTıpkı Ebü’l-Hayr Muhammed b. el-Cezerî’nin (mukaddimedeki şu beytinde) dediği gibi: “Kur’ân’ı tecvitle okumak kesin bir farzdır. Kim ki tecvitsiz Kur’ân okursa, günahkar olur. Çünkü Allah onu, onunla (tecvitle) indirdi ve aynı şekilde bize kadar da onunla (tecvitle) ulaştı.” Allah, hak yola ve doğruya rehberlik edendir (el-Hâdî).

Zayıf, Rabbinin yardımını, Bakî olan (Allah’ın) bağışını uman, yol gösteren (el-Hâdî) Kur’ân’ın hizmetkârı ve Hidâyete erdiren (el-Hâdî) Rabbinin lütfu ile onu ezberleyen zayıf (mücîz: İcâzet veren) der ki;Yüce Kur’ân’ın farz olan ilmini tahsil etmek, yedi harften birisi olan Asım kıraatinin Hafs el-Kûfî rivâyetini infired tariki[91] ile öğrenmek için ciddiyet ehli, kabiliyet sahibi, doğma büyüme Erzurum’lu Hâfız Hasan b. Muhammed, (ilim elde etmek için) benimle dostluk kurup, Kur’ân’ı başından sonuna kadar, ehlince bilinen temel prensip ve kurala göre hatmederek bana okudu. Bilinen (müte‘âref) kurallarla, vakıf ve ibtidâyı kastediyorum. Öncelikle sübhâneke (es-senâ) duasından, imanın sıfatı(nı konu alan âmentü bi’llâhi)na kadar (namaz dualarını); ezân, kâmet, namaz tekbirleri, (namaz sonunda okunan) tesbihâtları, me’sur tehlîlleri[92](3-bdaha sonra Fâtihâ Suresinden başlamak üzere Kur’ân’ın sonuna kadar, (duhâ suresinden itibaren) sünnet olarak okuna gelen (mesnûn) tekbirleri, hatim indirme sırasında hadis-i şerifte “hâlü’l-mürtehil’in ameli”[93] diye tanıtılan[94] uygulamayı da yerine getirerek (ehl-i edânın yaptıklarının tamamını uygulayıp hatmini tamamladı.) O, iki yılı aşkın tahsili sırasında elinden gelen bütün çabayı sarf etti. Tecvit ilminden İmâm Muhammed b el-Cezerî’nin mukaddimesini bazı şerhleriyle birlikte okudu. (Allah onun çalışmasını mükafatlandırılması gereken bir çalışma olarak kabul etsin ve (eserinin) yaygınlığını (istifadesini) artırsın)

Artık ne zaman ki kıraatte ifâde (okuma) ve istifade (okutma) ye ehil duruma gelince, selefin yolu üzere (Allah onlara rahmet eylesin) okumak ve okutmak için benden senedli icâzet istedi; ben de  onun okumak ve okutmak için yeterli olduğunu gördüğüm için kendisine hem izin hem de icâzet verdim. Çünkü senedli icâzet, Kur’ân’a ehil olmayanların, art niyyetli kişilerin ve cahillerin bu işe burunlarını sokmamaları için, kıraat (ilminin) rükünlerinden (temel esaslarından)dir. Tıpkı Haccâc b. el- Kuşeyrînin dediği gibi: “İsnâd dindendir. Eğer isnâd olmasaydı, özellikle Kur’ân hakkında isteyen istediğini söylerdi.” el-Ğays adlı eserin sahibi Ali es-Sefâkusî’nin bu konuda (4-a) söylediği şu söz ne kadarda güzel: “İnsanların bir çoğu dirayet ve rivâyet olarak kendisine ihtiyaç duyulan ilimleri iyice halletmeden önce kıraate başlamakla başlarına iş açtılar.” Hirzü’l-Emâni adlı eserin sahibi (İmam eş-Şâtıbî) de şöyle dedi: “Kıraâtte kıyasa yer yoktur. Sen bu konuda ilâhî rızaya uygun olanı al, o sana yeter”

Üstat Ebû Muhammed Sıbtu’l-Hayyât el-Mebhec adlı eserinde dedi ki, muhterem üstadımız, İmam Ebû Abdillâh el-Kârezûnî’den şöyle bir anıyı anlattı: (el Kârezûnî) ders sırasında kendi kendine Kur’ân okuyup Duhâ Suresine ulaştığında okuduğu her bir kıraat imamı için tekbir aldı ve arkasından şöyle söyleyerek ağladı: “Ne güzel bir sünnet! Eğer ben naklin sünnete muhalif olanından hoşlansaydım, kesinlikle her bir rivâyeti okuyan râvîye de tekbir alırdım. Ancak kıraat uyulması gereken bir sünnettir, bid’at değil.”

el-Umde adlı kitapta da şöyle zikredilmiştir: Mutlak bir re’y ile, sadece bir takım dil bilimcilerin kitaplarından meseleleri araştırarak ortaya çıkarmak yoluyla kıraat talimi yapmak haramdır. Çünkü Kur’an (kıraatının) temel rükünlerinden birisi de kesintisiz bir şekilde Peygamber’e (as) kadar senedin ulaşmasıdır. (4-b) Peygamber (sav)’e kadar ulaşan bir senedi olmayan kıraati okutmak, onu almak ve ona uymak ciddi olarak yasaklanmıştır.

Bu ümmetin en şereflileri, bütün mahlukatın en temizi (sâf) olan Efendimiz Muhammed (sav) ve Ruhü’l-Kuds (Cebrâil) (as) vasıtası ile senedi Alemlerin Rabbına ulaşan bir bilgi ile ikram edilenlerdir. Bu ne kadar büyük bir nimet, ne kadar yüce ve onurlu bir yol.

Ben (icâzet veren Yeşil hafız) ona ( icâzet verdiği talebesi Hasan Efendiye) şunu anlattım: Ben, İspir kazasının Karakoç köyünde 7 yaşımda, Camii Kebir İmamı olan, teveccüh edilen bütün ilimlerde en yüksek dereceye ulaşmış, âlim, ilminin gerektirdiği gibi davranan (âmil), kâmil, Bayburtlu İbrahim Hakkı Efendi’den, Âsım kırâati ve Hafs rivâyeti ile Kur’ân’ı hatmettim, ezberleyip hafız oldum ve ta’lim okudum. Daha sonra İlâhî rastlantı ve Rabbânî lütuf bu üstadı alıp imamlık ve tedrîs (eğitim-öğretim yaptırmak) için bu köye getirdi. Ben bu defa 14-15 yaşlarımda iken (1277) yılında ondan sarf[95] ilmi okudum. 

(5-a) Hocam vefat ettiğinde (Allah rahmet eylesin; rahmet ve bağış nasibi, onun kabrini doldurup taşırsın, cennet mükafatları ile onu huzura kavuştursun.) birde ne göreyim kader-i ilâhî ve sırr-ı Sübhânî askerlik zincirini ve cihad şerefini boynuma takıp, 1278 yılında beni Rumeli kıtasına, Nîş şehrine kadar çekip götürdü. Sonra Allah, ikinci kez bana, âlim, ilminin gerektirdiği gibi davranan (âmil), samimi öğüt veren (nâsih), Nakşibendî halifelerinden Fethiye Camii İmam-Hatibi el-Hâc Hâfız Muhammed Efendi’den Hafs el-Kûfî rivâyeti ile kıraat (talimi) almayı lutfetti. (Allah onu, emniyet yurduna/Cennete koysun.)

Daha sonra askerlik (görevi) sebebiyle ordu imamı olarak oradan 1284 yılında Bosna vilayetinin Yenipazar beldesine ayrılıp geldim. Allah beni, tekrar üçüncü kez  aynı şekilde şeyh, (5-b) âlim, ilminin gerektirdiği gibi davranan (âmil), candan öğüt veren, kıraat ilminde üstat, kıraat ilimlerinin çoğunu veya en meşhurlarını bilen, İstanbul’da üç kıraatten icâzetli, halifelik görevi olmamakla birlikte Nakşibendî Tarikatında, Fethiye Camii İmam ve Hatibi, el-Hâc Hâfız Mahmud Efendi’den kıraat (ta’limi) almaya muvaffak kıldı. (Allah sırlarını takdîs, yattığı yeri nûr, yerini Firdevs Cenneti eylesin)

Bu hocam (Mahmud Efendi) bana (kendisinin kıraat ilmini elde edişini) şöyle anlattı: “Ben Kur’ân ta’limini İstanbul’da Fındık Hafız lakaplı meşhur Hafızdan okudum ve (o da) bana üç kıraatten icâzet verdi.” Daha sonra ona (Mahmud efendiye) haber vererek İşkodra vilayetinin İpek kasabasına gittim. Orada dördüncü kez mezkur Hafs rivâyetini İstanbul’dan belde halkına Kur’ân okutmak için getirtilen Kara Hoca isimli kırâat üstadından okudum ve (o da) bana icâzet verdi. O ve ondan öncekilerin hepsi(nin vermiş oldukları icâzetler) okumak ve okutmak içindir. Arkasından İşkodra’ya geldim. (6-a) Orada aynı şekilde (Kur’ân) kıraati için belde halkının İstanbul’dan getirttiği bir Şeyhulkurrâ vardı. Onunla bir araya gelip Fatiha Suresini bir kere ona okudum ve Kur’ân’dan (kıraat ile ilgili) bazı problemlerimi ona sordum, benim (açıklanması gereken sorularımı) cevaplandırdı ve hocalarımı da övdü. (Allah onlara rahmet eylesin)

Nihayet askerlikten yedi yıl sonra 1286 senesinde terhis olunca, Allah’ın takdiri beni Erzurum’a getirdi (Allah orayı bütün kazalardan ve belalardan korusun) ve yine O’nun lütfu ile Caferiye Camisine İmam ve Hatib, İbrahim Paşa Camiinin de ikinci imam oldum. (Allah her iki camiyi yaptıranların makamlarını Cennet eylesin). Allah beni, hoca efendi, bilgin, Kıraat ilminde üstat, Hafızasına güvenilen (yahut ezberinden rivayet ettiği hadislere güvenilen), Allah’ın elçisine komşu olmuş, Saadet asrının sahibinin (Hz.Peygamber) Hareminde Kur’ân’ın (kıraat) ilmini tahsil etmiş, mübarek Ravza-i Mutahhara’dan feyiz almış (Salevâtların en faziletlisi, selamların en mükemmeli O Ravzanın sahibinin üzerine olsun) el-Hâc Hâfız İbrahim Edhem el-Ahıshavî’nin (ilim) arkadaşlığı ile beni rızıklandırdı. (6-bNasıl ki bizi, suyun, susuz bedenleri suya kandırması gibi ilminden bol bol istifade ettirdi ise, Allah da bu üstada -onun (Hz. Peygamber) hürmetine-  kabrinde eksiksiz rahmetini ve sürekli bağışını bol bol yağdırsın (ihsan eylesin.) Ben bu üstada, Kur’ân’ı başından sonuna kadar Şâtıbî, Teysîr, Dürre ve Tahbîr (adlı kitapların) tazammun ettiği usule göre yedi kıraati (kıraat-ı seba’) ve on kıraati (kıraat-i aşere) cem[96]’ metodu ile okudum. O da bana, üstatların ve kıraat alimlerinin (kurrâ) huzurunda (yapılan merasimle) 1291 yılında icâzet verdi. Bana (bu hocam kıraat icâzetini kimden aldığını) şöyle haber verdi: Ben Kur’ân’ı başından sonuna kadar, yukarıda ismi geçen kitapların tazammun ettiği usule göre cem’ ve tertip kuralı üzere Peygamber (sav)’in nurlu şehrinde (Medîne) çok kıymetli üstat, İstanbul’da Sultan Ahmet Camii’nin birinci imamı iken (7-a) daha sonra Medîn-i Münevvere’ye gelip yerleşen çerkez asıllı el-Hâc Osman oğlu el-Hâc Hasan Efendiy’e okudum. O’da bana, üstatların ve kıraat alimlerinin (kurrâ) huzurunda okutmak için icâzet verdi. Bu üstat bana (kıraatteki icâzetini) şöyle anlattı: Ben önce Kasas Suresindeki “kul eraeytüm” ayetine kadar hoca efendi, alim, erdemli (fâzıl), müttakî, kâmil İstanbul’da Meşâyihu’l-Kurrâ Reisi, Saray Kurrâsının üstatlarından (şeyh) ve Büyük Ayasofya Camii Cuma Vaizi Feyzullah diye bilinen meşhur üstad Şükrü Efendiy’e okudum. Allah’ın rahmeti onun üzerine olsun. Bu üstat ahirete göçtü. Daha sonra Allah bana yardımı ile kıymetli şeyh, kamil üstat, muhaddis ve müfessir Eyyub Sultan Camii birinci İmamı el-Hâc Sâlih oğlu Abdullah’a kalan kısmı tamamlamayı lutfetti. (7-b) Bu üstat bana, bütün üstatların ve kıraat alimlerinin huzurunda (kırrat ilmini) okutmak için icâzet verdi. O da bana şöyle anlattı: İlk önce ben, hocam ve üstadım, Na’lîzâde diye meşhur, Hz. Halid b. Zeyd (Eyyub Sultan) türbedârı el-Hâc İbrahim Efendi’yeŞâtıbiyye, Teysîr, Dürre ve Tahbîr adlı kitapların tazammun ettiği usulle (kıraat ilmini) okudum. Hatmimi Ahkâf Suresine kadar tamamlayınca, mezkur üstat Rahmet-i Rahmân’a kavuştu. Daha sonra Allah bana, değerli şeyh, kamil üstat, İstanbul’un (Allah bütün belalardan korusun) Meşâyihu’l-Kurrâ Reisi, el-Hâc Ali oğlu Salih Efendi’ye (Allah her ikisini de yüce affına mazhar eylesin) kıraatimi tamamlamayı lütfetti. Bu üstad bana, üstatların ve kıraat alimlerinin huzurunda kıraat ilmini okutmak maksadıyla icâzet verdi. Bu mezkur her iki üstat da bana şöyle haber verdi ki, her ikisi de şerefli alim, ilminin gerektirdiği gibi davranan (‘âmil), ilmin bütün inciliklerine vâkıf, (8-a) erdemli (fâzıl), Kâdî Beydâvî şerhi ve meşhur Sahîh-i Buhârî şerhi gibi faydalı bir çok yazılmış ve düzenlenmiş eserlerin sahibi, zamanının biriciği, asrının eşsiz alimi Yusuf efendi zâde diye çağrılan Ebû Muhammed el-Hâc Abdullah Efendi’den kırâat okudu. (Allah güzelliklerini daha da artırmasını kolaylaştırsın). O (Abdullah efendi) da, babası üstat el-Hâc Muhammed Efendi’ye; o (Muhammed Efendi), Şâtıbiyye, Teysîr, Dürre ve Tahbîr adlı eserlerin tazammun ettiği usul ile babası üstat Yusuf Efendiye; o (Yusuf Efendi) da, mezkur kitapların tazammun ettiği usul ile Reîsü’l-Kurrâ ve Sultan I.Ahmet zamanında saray imamı olan Evliyâ Efendi diye meşhur değerli üstat Cafer oğlu Muhammed’e; o (Evliyâ Efendi) da hocası olan ve Eyyûb el-Ensârî Camii yakınındaki Şehîd Muhammed Paşa türbesinde medfûn, üstat Ahmed el-Mesîrî, el-Mısrî’ye; (8-b) o (el-Mısrî) da hocası olan değerli üstat Şeyhulislâm Zekeriyyâ el-Ensârî’ye; o (el-Ensârî) da hocası olan muhterem Muhammed b. Muhammed el-‘Ukeylî en-Nüveyrî el-Malikî’ye; o (en-Nüveyrî) da hocası ve üstadı olan üstat, âlim, zamanın Hâfızı, asrının en alimi, sahasındaki ilimlerin inceliğine vâkıf, sâlih, edîp, nâsih Muhammed b. Muhammed b. Muhammed el-Cezerî eş-Şâfiî (Allah’ın rahmeti üzerine olsun)’ye okudu. O (Cezerî), bu sahada bir çok faydalı eser ortaya koymuş çok önemli bir imamdır. Tecvid ilmi ile ilgili manzum olarak yazılmış el-Mukaddime, yedi kırâat ve on kırâat ile ilgili yazılmış olan en-Neşr (fi’l-kırâati’l-‘aşr) el-Kebîr, ed-Dürreet-Tahbîr ve el-Hısnü’l-Hasîn vs. eserlerinden bazılarıdır. (Bu zât) Allah rızası için Kur’ân ilimlerinin yayılmasına çok büyük gayret sarf eden, yüz altı yoldan (tarîk) mütevâtir kırâatleri şaz kırâatlerden ayırandır. O (Allah kendisine rahmet eylesin), yirmi beş kitabın içeriğinden on beş hatmi ve elli tarîki, on beş değerli üstatdan, (9-a) bu ilimde mahir olanların bildiği infirad (her bir kıraat imamının okuyuşu ile bir hatim indirme) kuralına göre okudu. Onun, isnâd zincirinin yer aldığı (kıraat senedi), hangi üstatdan, hangi imamın ve râvisinin kırâatini almış ise, o üstatları ile birlikte kıraat imamları ve râvîlerinin Peygamber (sav)’e kadar ulaşan rivâyet senedleri, en-Neşru’l-Kebîr adlı eserde mezkurdur.

Ancak onun Âsım KıraatiEbû Bekir (Şu’be) rivâyeti ve Yahya b. Adem tarîkinden olan kıraat (senedine)  gelince, o şöyledir: O (el-Cezerî) kıraati, hocası Kefrî diye bilinen Ebü’l-Abbas Ahmed b. el-Hasan’dan; o (el-Kefrî), babası Kefrî el-Kebîr diye bilinen Hüseyin b. Süleyman’dan; o (el-Kefrî el-Kebîr), el-Müdakkîk el-Varakî’den[97]; o (el-Varakî),Ebü’l-Yemen el-Kindî diye bilinen (üstatdan);  el-KindîSıbtü’l-Hayyât diye bilinen Ebû Muhammed Abdullah b. Muhammed’den; o (Sıbtu’l-Hayyat), on kıraat hakkında yazılmış el-Müyesser adlı kitabın yazarı Ebû Tahir Ahmed b. Ali b. Abdullah b. Umeyr el-Azîz Ebû Tahir b. Sivâr’dan; o da Ebu’l-Hasan Ali b. Talha b. Muhammed el-Basrî (daha sonra) el-Bağdâdî’den; (9-b) o da Mukrîlerin lideri Ebü’l-Ferec Abdu’l-Aziz b. ‘İsam’dan; o da el-Esâm el-Vâsitî diye bilinen Ebû Bekir Yusuf b. Yakub’dan; O da İbn Züreyk’le birlike Vâsıt İmamı diye bilinen Ebû Bekir Şuayb b. Eyyûb b. Züreyk’den; Ebû Bekir, Zekeriyya Yahya b. Adem b. Süleyman’dan; o da Ebû Bekir b. Abbas el-Hayyât’dan; o da Ebû Bekir Şu’be’den, o da Osman b. Affan, Ali b. Ebî Talib ve Abdullah b. Mes’ûd’dan (Allah cümlesinden razı olsun) kıraat alan tabiî’nin büyüklerinden Zirr b. Hubeyş’ten almış olduğu kıraati kendisine öğreten İmam ‘Âsım’dan okudu

Cezerî’nin Hafs rivâyeti üzere Ubeyd b. es-Sabiğ tarîkinden olan kıraat senedine gelince, o şöyledir: O (Cezerî), hocası Abdurrahman b. Ahmed’e; o da es-Sâbiğ eş-Şurûtîdiye bilinen (üstada); o da İbn Fâris el-İskenderî diye bilinen İbrahim’e; (10-a) o da Ebü’l-Yemen el-Kindî diye bilinen Zeyd’e okudu. El-Kindî dedi ki, ben bu kıraati el-Mebhec adlı kitabın müellifi Sıbtü’l-Hayyât diye bilinen Abdullah’a okudum. Hayyât da dedi ki, ben bu kıraati, el-Kârezînî diye bilinen Muhammed b. el-Hüseyin’e okudum. Muhammed dedi ki, ben bu kırâati, el-Hâşimî el-Cürcânî diye bilinen Ebü’l-Hasan Ali b. Muhammed b. Sâlih el-Basrî ed-Dârîr’e okudum. Haşimî de bir topluluktan okudu ki, el-Eşnânî diye bilinen Ahmed Sehl onlardandır. Eşnânî de bir topluluktan okudu ki, Ubeyd b. es-Sabbâh b. Sahih’l-İmam el-Kûfî el-Mısrî onlardandır. Ubeyd de, Ebû Ömer Hafs b. Ebî Dâvud Süleyman el-Bezzâz el-Kûfî’den okudu. Hafs da, Ebû Bekir ‘Âsım b. Ebi’n-Necûd el-Hannât b. Behdele (Annesinin isimi)’den okudu. ‘Âsım da, Ebû Abdirrahman Abdullah b. Hubeyb b. Rabîa es-Sülemî ed-Darîr’den, (10-b) Ebû Meryem Zirr b. Hubeyş b. Habbâşe el-Esedî’den ve Ebû Amr Sa’d b. İyâs eş-Şeybânî’den okudu. Bunların her üçü de  Abdullah b. Mes’ûd’dan okudular. Ayrıca es-SülemîÜbeyy b. K’ab, Zeyd b. Sâbit, Osman b. Affan ve Ali b. Ebî Talib’den (Allah hepsinden razı olsun) okudu. Onlar da, uyaran, müjdeleyen, nûr saçan, peygamberlik zincirinin son halkası (Hz. Muhammed)’den (Allanh’ın salat ve selâmı onun, onun ailesinin arkadaşlarının, ona uyanların, hanımlarının, tertemiz soyundan ve ev halkından olanların üzerine olsun) okudular. Ayrıca Allah’ın salat ve selâmı bütün nebîlerin ve elçilerin üzerine de olsun. Yine Kur’ân-ı Kerîm’i hakkıyla okuyan ve okutan imamlarımızdan da Allah razı olsun (Amin).

Ey Allahım! (İşimizi /ömrümüzü) hayırla sona erdir; bize hayır (kapılarını) aç ve işlerimizin sonunu hayırlı eyle.

Allah’ım! Bağışlanmamış hiç bir günahımızı, giderilmeyen hiç bir tasamızı, ödenmeyen hiç bir borcumuzu, dünya ve ahirette karşılanmayan hiç bir ihtiyacımızı bırakma, ey merhametlilerin en Merhametlisi!

 Ey mülkün sahibi, gökteki (yıldız, gezegen, galaksi vs) cisimleri yüksekte tutan! Senin kusursuzluğuna akıl erdirmek, aklın kemalidir. Yerde ve gökte senin dışında ibadet edilecek hiç bir Rabb yoktur, Ey Biricik olan! Yalnızca Sen varsın!

Ey tasayı gideren, üzüntü ve kederi kaldıran, zayıflara acıyan! Ey peygamberler gönderen ve peygamberliği Hz. Muhammed (salevatların en üstünü ve selamların en mükemmeli onun ve diğerlerinin üzerine olsun) ile sona erdiren! İşte senden, Yüce Kur’ân’ı, kalplerimizin baharı, üzüntülerimizin cilası, kederlerimizin gidericisi, Naîm Cennetlerine alıp götüren (bir rehber) kılmanı; rahmetine ermeye hak kazanan muhtaç kullarının yazılı olduğu sayfalara bizleri de yazmanı istiyoruz. Ey Allahım! Bu meclisimizi (icâzet töreninin yapıldığı merasimi), şunun (kendisi için icâzet merasimi yapılan Hasan Efendi) hayırlı halef olmasının sebebi kıl. Onu âlim, bilgisini yaşantısına aktaran, (bilmediklerini) soruşturup-araştıran, olgun (kişilerden) eyle. Allah’ım! Ömrünü uzat; faziletlerini artır.

Ey Rabbimiz! Bizi, hayatta olsun, ölü olsun anne-babamızı, inanan erkek ve kadınları, müslüman erkek ve kadınları hepsini bağışla! Rahmetin hürmetine, ey merhametlilerin en merhametlisi olan Allahım!

Allah’ın kuşatan rahmeti (salât) Efendimiz Hz. Muhammed’ın, Onun ailesinden olanların ve arkadaşlarının üzerine olsun. (İlâhî, onların hepsine) tam bir esenlik ver.

Senin ululuk/izzet sahibi Rabbin, onların nitelendirdiği şeylerden yücedir. Gönderilen bütün elçilere selam olsun. Hamd, Alemlerin Rabbi olan Allah’a mahsustur.

Ben, yoksul, boynu bükük el-Hâc Mustafa oğlu Hüseyin oğlu İspir doğumlu, Erzurum’da meskun es-Seyyid Hâfız Mustafa Niyâzi, dünya ve ahirette izzet ve şeref kendisine ait olan (Hz. Peygamber’in) hicretinin Bin üç yüz on dokuzuncu senesinin Cumâdelahır ayının başlangıcında

(bu icâzetnâmeyi) yazarak verdim.

(Mühür: Mustafa Niyâzî)

İCAZETNÂMENİN ŞEMATİK OLARAK GÖRÜNÜŞÜ

BİBLİYOGRAFYA

ACLÛNÎ, İsmail b. Muhammed, Keşfü’l-hafâ ve mezîlü’l-ilbâs ammeştehera mine’l-ehâdîs ‘alâ elsineti’n-nâs, Dâru’l-Kütübi’l-‘ilmiyye, Beyrût 1977.

AHMED B. HANBEL, Müsned, Çağri Yayınları, İstanbul  1992.

AKPINAR, Cemil, “İcâzet” Türkiye Diyânet Vakfı İslâm Ansiklopedisi, İstanbul  2000

AKYÜZ, Yahya, Türk Eğitim Tarihi (Başlangıçtan 1982’ye kadar), Ankara  1982.

ALİ NÂSIF, Mansûr, et-Tâcü’l-Câmi’û Li’l-usûl, İstanbul, ty.

ÂSIM EFENDİ, Kâmûs Tercemesi, İstanbûl  1305 h..

ATAY, Hüseyin, Osmanlılılarda Yüksek Din Eğitimi, İstanbul  1983

                       ; “Medreselerin Gerilemesi”, AÜİF Dergisi, XXIV/52

AYDINLI, Abdullah, Hadis Istılahları Sözlüğü, İstanbul  1987

BEYHAKÎ, Ebû Bekir Ahmed b. el-Huseyn, Şuabü’l-imân, (Thk. Ebû Hacer Muhammed b. es-Saîd Besyûnî Zağlûl), Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrût  1990.

El-BUĞA, Mustafa; el-Hin, Mustafa Saîd; Misto, Muhyiddîn; eş-Şerbecî, Ali; Lütfî, Muhammed Emîn, Nüzhetü’l-Müttekîn Şerhu Riyâzi’s-Sâlihîn, Müessetü’r-Risâle, Beyrût, 1988.

BUHÂRÎ, Ebû Abdillah Muhammed b.İsmâîl, Sahîhu’l-Buhârî, Çağrı Yayınları, İstanbul  1992.

BULUT, Sebahattin, Erzurum’da İz Bırakanlar, İstanbul  1995

el-CEZERÎ, Ebu’l-Hayr Muhammed b. Muhammed, en-Neşr fi’l-kıraati’l-‘aşr, (Thk. Ali Muhammed ed-Dabbağ), Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrût   ty.

                       Tahbîru’t-teysîr fi kırâati’l-eimmeti’l-‘aşereti, (Thk. Muhammed Sadık Kamhâvî -Abdülfettâh el-Kâdî), Haleb  1972

ÇELEBİ, Ahmet, İslâm’da Eğitim-Öğretim Tarihi (Trc. Ali Yardım), yy, ty

Ed-DÂRİMÎ, Ebû Muhammed Abdullah b. Abdurrahman, es-Sünen, Çağrı Yayınları, İstanbul 1992.

DAVUDOĞLU, Ahmet, Sahîh-i Müslim Tercüme ve Şerhi, İstanbul  ty.

DİMYÂTÎ, Ahmed b. Muhammed b. Abdülğanî, İthâfu Fudalâi’l-Beşer, Mısır  ty.

EBÛ DÂVÛD, Süleymân b. el-Eş’âs es-Sicistânî, Sünen-i Ebî Dâvûd, Beyrût, 1988.

HAMÎDULLAH, Muhammed, İslâm Peygamberi, (Trc. Salih Tuğ), İstanbul  1990

                       Kur’an Tarihi, (Trc. Macit Yaşaroğlu), Ankara  1991

el-HİNDÎ, Alâüddîn Ali el-Muttakî b. Hüsamüddîn, Kenzü’l-ummâl fî süneni’l- akvâli ve’l-ef’al, Beyrût, 993

İBN FÂRİS, Ebü’l-Huseyn Ahmed. Mu’cemü Mekâyîsi’l-lüğa, (thk. Abdüsselâm Muhammed Harun) Beyrût  1991

İBN MÂCE, Ebû Abdillah Muhammed b. Yezîd, el-Kazvinî, es-Sünen, (Thk M. Fuâd Abdülbakî), Dâru’l-Hadîs, Kahire  1994.

İBN MANZÛR, Muhammed b. Mükrim, Lisânü’l-Arab, Beyrût, 1994

İBN MÜCÂHİD, Kitabü’s-seb’a fi’l-kıraat, (Thk. Şevkî Dayf), Kahire, ty.

İHSANOĞLU, Ekmeleddin, “Osmanlı Eğitim ve Bilim Müesseseleri” (Osmanlı Medeniyeti Tarihi içinde, İstanbul, 1999)

el-KÂDÎ, Abdülfettâh, el-Büdûrü’z-zâhire, Beyrut, 1981

el-KÂSIMÎ, Cemâlüddin, Kur’ân’ı Anlamak, (Trc. Sezai Özel), İstanbul  1990

KASTALÂNÎ, Ebü’l-Abbas Şihâbüddîn Ahmed b. Muhammed, İrşâdü’s-sârî li şerhi sahîhi’l-Buhârî, Beyrût 1989

KAYA, Mahmut, “Bûsirî, Muhammed b. Said”, Türkiye Diyânet Vakfı İslâm Ansiklopedisi, İstanbul  1992,

KAZICI, Ziyâ, “Alay”, Türkiye Diyânet Vakfı İslâm Ansiklopedisi, İstanbul  1989.

KOÇYİĞİT, Talat, Hadis Istılahları, Ankara, 1985

el- MAKDİSÎ, Ebû Şâme, el- Mürşidü’l-vecîz, (Thk. Tayyar Altıkulaç), Ankara  1986

MİRAS, Kamil, Sahîh-i Buharî Muhtasarı Tecrîd-i Sarih Tercemesi ve Şerhi, Ankara  1984

en-NEVEVÎ, Muhyiddîn Ebû Zekeriyyâ Yahyâ b. Şeref, el- Ezkâr min kelâmi seyyidi’l-Ebrâr, (Thk. Muhyiddin eş-Şâmî), Beyrût  1994

OKİÇ, Tayyip, Tefsir ve Hadis Usulünün Bazı Meseleleri, İstanbul,   1995

er-RAFİ’Î, Mustafa Sadık, İ’câzü’l-Kur’ân ve’l-Belâğatü’n-Nebeviyye, Beyrût 1973

PAKALIN, Mehmet Zeki, Osmanlı Tarih Deyimleri veTerimleri Sözlüğü, İstanbul 1993

es-SÂLİH, Subhi, Hadis İlimleri ve Hadis Istılahları, (Trc. M. Yaşar Kandemir), İstanbul  1996

                       ;  Mebâhis fî ulûmi’l-Kur’ân, İstanbul (dersaadet), ty.

SARI, Mehmet Ali, İcâzet”, Türkiye Diyânet Vakfı İslâm Ansiklopedisi, İstanbul  2000.

SERTOĞLU, Osman, Osmanlı Tarih Lûgatı, İstanbul  1986

SEYİTHANOĞLU, Kenan (editörlüğünde, Komisyon), Doğuştan Günümüze Büyük İslâm Tarihi, Çağ Yayınları, İstanbul, 1992

Es-SİNDÎ, Ebü’l-Hasan el-Hanefî, Şerhu Sünen-i İbn Mâce el-Kazvînî, Beyrût, ty.

es-SUYÛTÎ, Cemâlüddîn Abdurrahman, el-İtkân fî ulûmi’l-Kur’ân, İstanbûl, 1987

                       el-Câmiu’s-sağîr, Mısır  1312 h. (es-Sirâcü’l-Münîr şerhi ile birlikte)

TETİK, Necati, Başlangıçtan IX. Hicri Asra Kadar kıraat İlminin Talimi, İstanbul, 1990

                      ; “Kur’an Tilâvetinin veya Kırâat İlminin Öğretilmesi Usulleri”, AÜİF Dergisi, Sayı, 9, Erzurum  1990,

TİRMİZİ, Muhammed b. İsâ, Sünenü’t-Tirmîzî, (Thk. Ahmed Muhammed Şâkir), Dâru’l-Kütübi’l-‘İlmiyye, Beyrut, ty.

Türk Ansiklopedisi, “İcâzet” XX/15-16; Ankara, 1972,

UZUNÇARŞILI, İsmail Hakkı, Osmanlı Devleti’nin İlmiye Teşkilâtı, Ankara  1984

YEĞİN, Abdullah; Badıllı, Abdulkadir; İsmail, Hekimoğlu; Çalım, İlham, Osmanlıca-Türkçe Ansiklopedik Büyük Lûgat, İstanbul  1985

YÜKSEL, Ali Osman, İbnü’l-Cezerî ve Tayyibetü’n-Neşr, İstanbul, 1996

ez-ZERKÂNÎ, Muhammed Abdülazîm, Menâhilü’l-irfân fî ulûmi’l-Kurân, Beyrût  1988


  • · C.Ü. İlahiyat Fak. Kur’ân-ı Kerim Öğr. Gör.

[1] Bkz  Hamidullah, Muhammed, İslâm Peygamberi, (trc. Salih Tuğ). İstanbul, 1990, I,155-156.

[2] Diyânet İşleri Başkanlığı, Kıraat İlminin yaşatılması gayesiyle M. Rüştü Aşıkkutlu-Abdurrahman Gürses nezaretinde 31.03.1976 yılında İstanbul-Haseki Eğitim Merkezi’nde Aşere Takrib ve Tayyibe kursunu resmen başlatmış ve halen devam ettirilmektedir. (Diyanet İşleri Başkanlığı Din Eğitimi Dairesi Başkanlığı’nın 19.12.2002 tarih ve B.02.1.DİB.0.72.00.02/2257 sayılı yazıları.)

[3] İbn Fâris, Mu’cemü Mekâyîsi’l-lüğa, (thk. Abdüsselâm Muhammed Harun) Beyrût, 1991/1411, I/494; İbn Manzûr, Lisânü’l-Arab, Beyrût, 1994/1414, V/326-327; Âsım Efendi, Kâmûs Tercemesi, İstanbûl, 1305, II/786-787.

[4] Yeğin, Abdullah; Badıllı, Abdulkadir; İsmail, Hekimoğlu; Çalım, İlham, Osmanlıca-Türkçe Ansiklopedik Büyük Lûgat, İstanbul, 1985, s. 421

[5] Pakalın, Mehmet Zeki, Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü, İstanbul,1993, II/19; Sertoğlu, Osman, Osmanlı Tarih Lûgatı, İstanbul, 1986, s. 158.

[6] Pakalın, age. II/19; Türk Ansiklopedisi, Ankara, 1972, XX/15.

[7] Akpınar, Cemil, “İcâzet”, DİA, XXI/393.

[8] Uzunçarşılı, İsmail Hakkı, Osmanlı Devleti’nin İlmiye Teşkilâtı, Ankara, 1984, s. 75.

[9] Atay, Hüseyin, Osmanlılarda Yüksek Din Eğitimi, İstanbul, 1983, s.101.

[10] İcâzetnâmenin ilk örneğinin Miladi VI. Asırda ve hicretten 64 yıl önce olduğuna dair bilgi için bkz. Rıfat Bey, Kamus-ül-Bedayi, (Malumat Mecmuası, sayı, 35-36) dan naklen Pakalın, a.g.e. II/19; Akpınar, agmd., XXI/393; Çelebi, Ahmet,İslâm’da Eğitim-Öğretim Tarihi (Trc. Ali Yardım), yy, ty, s.371-372.

[11] Bkz. Akpınar, agmd., XXI/393.

[12] Konu ile ilgili bilgi için bkz. Es-Salih, Subhi, Hadis İlimleri ve Hadis Istılahları, (Trc. M. Yaşar Kandemir), İstanbul, 1996, s. 73; Koçyiğit, Talat, Hadis Istılahları, Ankara, 1985, s. 81-86; Aydınlı, Abdullah, Hadis Istılahları Sözlüğü, İstanbul, 1987, s. 72; Akpınar, agmd., XXI/393

[13] Akpınar, agmd., XXI/393

[14] Pakalın, age. II/19.

[15] Bkz. Türk Ansiklopedisi, “İcâzet”. XX/15; Atay, age, s. 105.

[16] Konu ile ilgili daha geniş bilgi için bkz. Pakalın, age, II/20; Akpınar, agmd., XXI/393

[17] Bkz. Uzunçarşılı, age, s. 74; Akyüz, Yahya, Türk Eğitim Tarihi (Başlangıçtan 1982’ye kadar), Ankara, 1982, s.51.

[18] Bkz. İhsanoğlu, Ekmeleddin, “Osmanlı Eğitim ve Bilim Müesseseleri” (Osmanlı Medeniyeti Tarihi içinde), İstanbul, 1999), I/233-234.

[19] Akpınar, agmd., XXI/398.

[20] Bkz. Atay, Hüseyin, Medreselerin Gerilemesi, AÜİF Dergisi, XXIV/52.

[21] Atay, Osmanlılarda Yüksek Din Eğitimi, s. 113.

[22] Atay, age., s. 114.

[23] Bkz. Es-Suyûtî, Cemâlüddîn Abdurrahman, el-İtkân fî ulûmi’l-Kur’ân, İstanbûl, 1987, I/136.

[24] Besmele, “Bismillahirrahmânirrahîm” (Rahman ve Rahîm olan Allah’ın adıyla) in kısaltmasıdır.

[25] el-Hindî, Ali el-Muttakî b. Hüsâmüddîn, Kenzü’l-ummâl, Beyrut, 1993, c.I, H.No: 2491; Celâlüddîn es-Suyûtî, el-Câmiu’s-sağîr, Mısır, 1312, III/80 (es-Sirâcü’l-Münîr şerhi ile birlikte)

[26] Mesela Mansur Ali Nâsıf, et-Tâc el-Câmi’ li’l-usûl adlı kitabının girişinde “Rabbimin kendi kitabında yaptığı gibi ben de sözüme besmele ve hamdele ile başladım” demektedir.    Bkz. Ali Nâsıf, et-Tâc, İstanbul, ty. I, 13.

[27] Hamdele, “elhamdülillâh” veya “elhamdülillâhi Rabbi’l-alemîn” (hamd Allah’a mahsustur veya hamd, alemlerin Rabbi olan Allahâ mahsustur) in kısaltmasıdır.

[28] Bkz. Fâtiha, 1/1

[29] İbn Mâce, Nikâh, 19; Suyûtî, a.g.e. III/80. Bu hadisten, konuşmalarda “el-hamdülillâh” sözüne öncelik verilmesi gerektiği anlaşılmış, Nevevî ve İbn Salâh bunun hâsen olduğunu söylemişlerdir. (Bkz. es-Sindî, Ebü’l-Hasan el-Hanefi,Şerhu Süneni İbn Mâce el-Kazvînî, Beyrut, ty.) Bir başka rivayette, “el-hamdülillâh diye başlamayan her konuşma bereketsizdir” denilmiştir. ( Ebû Dâvûd, Edeb, 18)

[30] Salvele, “Allahümme salli ‘alâ muhammedin ve ‘alâ âli Muhammed” (Allahım! Muhammed’i ve onun soyundan olanları hayırlarla kuşat) ın kısaltılmış olarak söylenişidir.

[31] Bkz. Ahzâb, 33/56.

[32] El-Hindî, age., c. I, H.No: 2510; Suyûtî, age., II/80.

[33] Bu üç maddede açıkladığımız “besmele, hamdele ve salvele” ile ilgili rivayetlerden, böyle bir uygulamanın müstahab olduğu hükmüne varılmış, (bkz. En-Nevevî, el-Ezkâr min kelâmi seyyidi’l-Ebrâr, -Thk. Muhyiddin eş-Şâmî-, Beyrût, 1994/1414, s. 122, 126.) müslümanın sözüne ve işine besmele ve hamdele ile başlamasının islami bir terbiye olduğu, eğer yaptığı iş mübah bir iş ise, bu şekilde davranmanın müstahab, mekruh veya haram bir iş ise ona göre mekruh veya haram olduğu ifade edilmiştir. (Bkz. el-Hin, Mustafa Saîd ve arkadaşlar, Nüzhetü’l-müttekîn şerhu riyâzi’s-sâlihîn, Beyrut, 1988, II,960).

[34] Kelime-i şehâdet, “eşhedü enlâ ilâhe illellâh ve eşhedü enne Muhammeden ‘abduhû ve Rasûlüh” (ben şehadet ederim ki, Allah’tan başka hiçbir tanrı yoktur ve yine ben şehâdet ederim ki, Muhammed Allâh’ın kulu ve elçisidir) cümlesinin kısa söylenişidir.

[35] Atay, age., s.113.

[36] Bakara, 2/31.

[37] Atay, age., s. 102; Akyüz, age., s. 51. Prof. Dr. Hüseyin Atay’ın söz konusu eserinde, senedlerin hangi icâzetlerde kime kadar ulaştırıldığı ile ilgili açıklaması şu şekilde yer almaktadır: “İcâzetlerde senedlerin silsilesi aşağıdan yukarıya doğru, yani çıkış-tesaudî- yoluyladır. Eğer icâzet, genel ilim, fıkıh ve hadis gibi ilimlere dair ise Allah’a kadar ulaştırılır, eğer icâzet bir eser hakkında ise, silsile yazana kadar gider. Yeni ortaya konmuş bir ilim dalında ise onda da o ilmi ilk icad edene kadar icâzetnâmedeki alimlerin silsilesi uzanır ve orada yani ilim kimden başlamışsa sened onda son bulur.” (Atay, age., s.115)

[38] Yûnus, 10/10.

[39] İcâzetnâmelerin muhtevâsı ile ilgili bilg için bkz. Uzunçarşılı, age., s. 74 -75; Türk Ansıklopedisi, XX/15-16; Atay, age., s. 101-130; Akpınar, agmd., XXI/398-399.

[40] Akpınar, agmd., XXI/398.

[41] Bkz. Akpınar, agmd., XXI/399.

[42] Bkz. Atay, age., s. 101.

[43] Atay, age., s. 102.

[44] Akpınar, agmd., XXI/399.

[45] Atay, age., s. 101,102.

[46] Konu ile ilgili geniş bilgi için bkz. Atay, age., s. 110, 128.

[47] Bkz. Şevkî Dayf, “Mukaddime” (İbn Mücâhîd, Kitâbü’s-seb’a fi’l-kıraât, (thk. Şevkî Dayf), Kâhire, ty.) s. 11-12.

[48] Bkz. Er-Rafi’î, Mustafa Sadık, İ’câzü’l-Kur’ân ve’l-Belâğatü’n-Nebeviyye, Beyrût, 1973 (9. baskı) s. 51.

[49] Şevkî Dayf, age., s. 12. Ayrıca İbn Mücâhid’in Urve b. ez-Zübeyr’den rivâyet ettiği, “Kur’ân kıraati, sünnetlerden bir sünnettir; öyle ise onu (size öğretenler/okutanlar tarafından) öğretildiğiniz veya okutturulduğunuz gibi okuyunuz” (İbn Mücâhid, age., s. 52) şeklindeki söz de bu anlamdadır.

[50] Dimyâtî, Ahmed b. Muhammed b. Abdülğanî, İthâfu Fudalâi’l-Beşer, Mısır, ty. s. 5.

[51] Suyutî, el-İtkân, I/ 98.

[52] Bkz. Ez-Zerkânî, Muhammed Abdülazîm, Menâhilü’l-irfân fî ulûmi’l-Kurân, Beyrût, 1988, I/411

[53] Mütevâtir: “Yalan üzerinde ittifak etmeleri aklen mümkün olmayan bir topluluğun yine kendisi gibi topluluktan rivayet ettiği haberdir” diye tanımlanmıştır. Bkz. Subhi Salih, age., s. 121; Koçyiğit, age., s. 346.

[54] el-Cezerî, en-Neşr, I/9; Dimyâtî, age., s. 6; el-Makdisî, mütevâtir yerine sahih olmayı şart koşmaktadır. Bkz. El-Mürşidü’l-Vecîz, s. 171;

[55] Kıraat ilminin öğretilmesinde arz, semâ ve edâ usulleri ile ilgili geniş bilgi için bkz, Tetik, age., s. 92-97; Ayrıca, Tetik, Kur’an Tilâvetinin veya Kırâat İlminin Öğretilmesi Usulleri, AÜİF Dergisi, Erzurum, 1990, Sayı, 9, s. 238-244.

[56] Sarı, Mehmet Ali, “İcâzet”, DİA, XXI/400.

[57] Cezerî, en-Neşr, I/6.

[58] Bkz. Sarı, ag md., XXI/400.

[59] Bkz. Subhi es- Salih, Mebâhis, s. 257.

[60] Bkz. Yüksel, Ali Osman, İbnü’l-Cezerî ve Tayyibetü’n-Neşr, 118,119.

[61] Bkz. Dimyâtî, age., s. 5.

[62] Suyûtî, el-İtkân, I/136.

[63] Bkz. Atay, age., s.105.

[64] Bkz. Dimyâtî, age., s. 5; Sarı, ag mad., XXI/400.

[65] Bkz. Suyûtî, İtkân, I/ 135-136.

[66] Bu görevlendirme ile, Peygamberimizin “kıraati şu dört kişiden alın…” (Bkz. Makdisî, el-Mürşidü’l-vecîz, s. 36) anlamındaki hadisinde ifade edilen, sahabe içerisinden kıraatini övdüğü kişilerin, ashabın diğerlerine gerektiğinde Kur’ân öğretmeleri, ashabında onlardan rahatça gelip Kur’ân öğrenmeleri şeklindeki mana anlaşılacağı gibi, Mus’ab b. Umeyr’in hicretten önce Medine’ye, Bi’r-i Mâûne’de pusuya düşürülerek şehit edilen ashabın çevre kabilelere İslâm’ı tebliğ amacı ile oradaki Müslümanları eğitmek ve onlara  Kur’ân ayetlerini öğretmek için görevli olarak gönderilmeleri şeklinde da anlaşılır.

[67] Cezerî, en-Neşr, I/ 6; Dimyâtî, İthâf, s. 6; ez-Zerkânî, Menâhil, I/411.

[68] İcâzetin, resmi görevlileri yapacağı işlerde yetkili kılmak veya  onlara izin vermek anlamları için bkz. Pakalın, Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü, II/19.

[69] Sıffin savaşında mushafların mızrakların ucuna takılarak bir savaş hilesine baş vurulduğu bilinen bir husustur. (Msl. bkz. Mirâs Kâmil, Sahîh-i Buhârî Muhtasarı Tecrîd-i Sarîh Tercemesi ve Şerhi, XII/309-310; Komisyon, Doğuştan Günümüze Büyük İslâm Tarihi, İstanbul, 1992, II/243-244.)

[70] Hamidullah, Kur’ân Tarihi, s. 62.

[71] Sarı, agmd,, XXI/400.

[72] Okiç. Tayyip, Tefsir ve Hadis Usulünün Bazı Meseleleri, İstanbul, 1995, s.76; Hamidullah, age., s.  62; Sarı,  agmd. XXI/401. 

[73] Sarı, agmd., XXI/401.

[74] Kur’ân’ı ezberleyenler için belli zamanlarda Diyânet İşleri Başkanlığı Hafızlık sınavları açarak, söz konusu sınavı kazananlara hafızlık belgesi verir ve o kişi gerektiğinde bununla Hâfız olduğunu belgelendirir.

[75] Diyânet İşleri Başkanlığı, Kırâat-ı Aşere kurslarını, 31. 03. 1976 yılından buyana Mehmet Rüştü Aşıkkutlu ile Abdurrahman Gürses nezaretinde Haseki Eğitim Merkezinde başlatmış, halen devam ettirmektedir. Ayrıca Eskişehir Merkez Çarşı Camiinde Yaşar Tekeli ve Ankara Hacıbayram Camiinde Safvan Çakıroğlu tarafından da yine kıraat-ı aşere dersleri devam ettirilmektedir. (Diyânet İşleri Başkanlığı, Din Eğitimi Dairesi Başkanlığı’nın 19/12/2002 tarih ve B.02.1.DİB.0.72.00.02/2257 sayılı yazıları ile bu bilgi elde edilmiştir.)

[76] Yeniçeri ocağının kaldırılmasından sonra (1826) kurulan Âsakîr-i Mansûre-i Muhammediye alaylarının birinci taburlarında, din hizmetlerini yürütüp askere dini bilgiler veren, cemaatle namaz kıldıran, techîz ve tekfin işleriyle uğraşan ve özel üniforma taşıyan görevli askeri memur. Tabur imamı terfien alay imamlığına, alay imamlığından da alay müftülüğüne yükselirdi. Alay imamları protokolde yüzbaşıdan, alay müftüleri de binbaşıdan önce gelirdi. Bkz. Kazıcı, Ziyâ, “Alay”,  DİA, II/348. bu sebeple bize Hasan Uludağ’ın biyografisini veren yakını, yazdığı biyografinin başlığına “Alay Müftüsü” ibaresini koymuştur. Biz ise meşhur olarak tanındığı “Tabur İmamı” meslek ünvanını kullanmayı uygun gördük.

[77] Bu tarih başka bir yerde 1880 olarak zikredilmektedir. Bkz. Bulut, Sebahattin, Erzurum’da İz Bırakanlar, İst, 1995, s. 99.

[78]  Bulut, age., s. 99.

[79] Aynı kaynak

[80] Aynı kaynak.

[81]  Söz konusu izin belgesi, ileride orijinal sayfa düzeni ve  resmi evrak olarak tanzim edildiği şekli ile yer alacaktır.

[82] Söz konusu kelime metinde “bürîde veya büreyde” şeklinde okumaya müsait bir imlâ ile yazılmış olduğu için, biz de metinden bu şekilde aktarımda bulunduk.   Ebû Abdillah Şerefüddîn Muhammed b. Saîd b. Hammad b. Muhsin (ö. 695/1296) el-Busirî’nin “Kasîde-i Bürde” adıyla meş‏hur olan ve Peygamberimizi öven şiiridir. Arapça olarak asıl adı“el-Kevâkibü’d-dürriyye fî medhi Hayri’l-beriyye” olmasına rağmen “kasîdetü’l-bürde” ismi ile üne kavuşmuş olan şiirin tamamı 160 beyit olup, Türkçe’ye de çevrilerek pek çok şerhleri yapılmıştır. Müellifin hayatı ve eseri ile ilgili bilgi için bkz. Kaya, Mahmut, “Bûsirî, Muhammed b. Said”, DİA, VI/468-470.

[83] Bu icâzetnâmenin ve varisleri tarafından yazılmış merhum üstadın kısa biyografisinin fotokopisini bize temin eden ve yayımlanması için teşvikte bulunan C. Ü. İlâhiyat Fakültesi Öğ. Üyesi Yrd. Doç. Dr. Selâhaddin Yılmaz’a şükranlarımı arz ediyorum.

[84] Bkz. İbn Mâce, Mukaddime, 16; Dârimî, Kitâbü’l-fedâil, II/433.

[85] Buhârî, Fedailü’l-Kur’ân; Tirmizî, Fedâilü’l-Kur’ân; Ebû Dâvûd, Sâlât; İbn Mace, Mukaddime; Dârimî, Fedâil.

[86] Suyûtî, el-Câmiu’s-sağîr, I/42; Aclûnî, Keşfü’l-hafâ, I/129.

[87] Beyhakî, Şuabü’l-imân, II/353. (burada amel terimi yerinde ibadet terimi geçmektedir)

[88] Tirmizî, Fedâil; Beyhâkî, Şuabü’l-imân, II/353 (2015)

[89] el-Cezerî, en-Neşr, I/4.

[90] Bu hadisi, Ebû Nuaym Hz. Ali’den nakletmiş, baş tarafındaki hitap cümlesinde de Ebû Hüreyre değil Hz. Ali zikredilmiştir. Yani hadisin baş tarafında “Yâ Ebâ Hüreyre” yerine “yâ Ali” ifadesi yer almaktadır. Hadisin lafzı buradaki lafza yakındır. Bkz. el-Hindî, Alâuddîn Ali el-Muttakî b. Hüsâmüddîn, Kenzü’l-‘ummâl fî süneni’l- akvâli ve’l-ef’âl, Beyrût, 1993, I/531 (Hadis No: 2377)

[91] Râvîye ait bütün kıraat inceliklerini bir hatimde toplayan bir metot

[92] Rivâyet yoluyla bu güne kadar okuna gelen lâ ilâhe İllellâhu ve’llâhu ekber, Lâ ilâhe İllellâhu vahdehû lâ şerîke leh gibi tesbihler.

[93] Bkz. İbn Mâce, Mukaddime, 16 (I,78); Ahmed b. Hanbel, Müsned, III/127.

[94] Kur’ân hatmini bitirip Nâs Suresini okuduktan sonra tekrar Fâtihâ Suresini ve Bakara Sûresinin ilk beş ayetini okumak.

[95] Arapça kelimelerin şekil değişikliklerinden bahseden ilim dalı, morfoloji.

[96] Bir hatimde, râvîleriyle birlikte kıraat-ı seb’a ve Kıraat-ı ‘aşere imamlarının okuyuşunu toplayarak okuma metodu.

[97] Bu zat, Ebû Muhammed el-Levrakî olabilir. (Bkz. El-Cezerî, Tahbîru’t-teysîr fi kırâati’l-eimmeti’l-‘aşereti, (thk. Muhammed Sadık Kamhâvî-Abdülfettâh el-Kâdî), Haleb, 1972, s. 30.) Metinde el Verakî diye okuyabildiğimiz bu zatın isminin, yazım sırasında “lâm” harflerinden birisinin yazılmayışı sebebiyle bir yazım hatası sonucu böyle kaydedildiği kanaatindeyiz.

Etiketler:

Malasef Yorumlar Kapalı.